ZÜBEYİR GÜNDÜZALP AĞABEYİN HİZMET ANLAYIŞI

                                                                      (1967-1971 Devresi)

 

 

 

Birinci Sual: Süleymaniye medresesinden Zübeyir Ağabey neden ayrıldığı hakkında bana soruyorsu­nuz öyle mi?

 

Evet, Zübeyir Ağabey kaç yılında geldi tam hatırlıyamıyorum ama 1962 mi o devrededir.

Biz o zaman aşağıda çay içtiğimiz falan birşey yaptığımız arka odada balık istifi yatıyoruz. Hatta orada yukarısı yok muydu, yukarısı vardı elbette. Ahmet Ağabey kendi odasında yatıyor, ötekisinde de o devrede Abdülkafi falan vardı.

Arkadaşlarla, bizim yerimiz aşağıdaydı, orada kalabalık yatıyo­ruz. Aşa­ğıda kaldığımız zamanlarda ben bir rüya görmüştüm. Orada bizim bir askı var. Herkesin elbisesi o odada orada, şimdiki gibi herkesin hususi odası, hu­susi yatağı, hususi askısı, yok öyle şey. Baktım rüyada bir kumandan kaputu var. –rüya bu ya– Zübeyir Ağabeyin olduğunu biliyo­rum. –Zübeyir Abi de o sıralar yeni geldi, daha hiç birimiz bilmiyoruz. Yani Zübeyir Ağabeyin Üs­tadın yakın bir tale­besi, sözü geçer bir talebesi olduğu husu­sunda, yeterli bir bilgimiz yok o da orada yukarıda kalıyor.–

Hatta ben bir ara Birinci'den sordum. Üs­tad vefat etti, ağabeyler içeri­sinde böyle sözünü dinleyeceğimiz biraz di­rayetli kim olabilir dedim. Şöyle biraz düşündü, adı çok geçtiği için Hüsrev Ağabey olabilir dedi. Bende onu diyecek­tim. Yani o zamanlar en çok bilinen, Hüsrev Ağa­bey, Risalelerde daha çok onun ismi geçiyor. Biz de birşey demedik zaten. Hüsrev Ağabeyi görmüş filan da değilim zaten kitaplarda ismi yazılı bu ahval içinde iken işte o kaputu görüyorum. Kaput'da Zübeyir Ağabeyin olduğunu, Zübeyir Ağabey sivil, niye yani sivil kaput var diyorum. Kumandan kaputu diye düşünüyo­rum ama bizimkilerin arasına karışır, iyisimi bunu çıkartayım, buraya teslim edeyim, aldım kaputu yukarı Zübeyir Ağabeyin kapısına çıktım. Ben daha kapıyı tıklamadan o güya benim aşağıda kaputum var, git getir, vazifelen­dirmiş bekler gibi kapıyı açtı . Vakur bir çehreyle, kaputa doğru elini uzattı. Daha ben niçin geldim niye geldim, yukarıda kapıyıda tıklamış değilim ma­nidar bir şey yani. o kaput benimdir, bende biliyordum, der gibi birşey olu­yor. Bende orada yani Zübeyir Ağabeyin bu şekilde kaputa sahip çıkması, artık onun vereyim demem gerekirken ben güya onu bu şekliyle bilmediğimi kabul eder tarzında dedim: Ağabey sizin kaputunuz aşağıda kaldı dedim. Size getirdim dedim. Evet hayır birşey demedi o vakur çehresiyle aldı oda­sında bir yere koydu, ben döndüm aşağıya indim.

Sonra uyanınca bu rüyaya göre bu bir işarettir dedim. Zübeyir Ağabey Üstadın böyle hizmet hayatında bulunmuştur, herhalde ileri derecede bir du­rumu var. Hatta bir defasında, Süleymaniyede benim küçük oda var, yuka­rıda bir odunluk var, orasını oda yaptık ben orada çalışıyorum, orada yatıyo­rum. Üst tarafta da banyo ve tuvalet var, bazan da damladığı oluyor. Sonra orada Zübeyir ağabeyi tıraş ettiğim oldu. O odada tıraş ettim galiba.

Bir gün medresede Tahir Ağabey rast geldi, bir mesele sordum Tahir Ağabeye, ne sorduğumu hatırlamıyorum şimdi.. –O sıralar Ispartada oturuyor– Devamlı gidip geliyor mu yoksa, bazen çağrılıp geldiği oluyor mu bilmiyorum. Ondan sonra, dedimki bu mesele hakkında ne dersin, ama meseleyi bilmiyorum şimdi. Sene 1961, 1962 mi, geliş tarihinden sonra, bu benim dediğim, benim yukarıya çıkmam 1964 müdür, tam bilemiyeceğim. Zaman geçiyor, yani evvela aşağıda bir bir talim yaptık, ondan sonra yukarı çıktık.

Tahirî Ağabey dedi ki:

“Ahi bu ve buna benzer meseleler ince ve derindir, biz bilemeyiz. –Biz derken Üstad Hazretlerinin yanında bulunan diğer hizmetkarlarını kastedi­yordu– Ancak Zübeyir Efendi bilir. Çünkü, herbir büyük zatın bir sır katibi olur, Zübeyir Ağabey Üstadımızın sır katibiydi. Sualine cevap verir vermez, sorduğun soruyu söyler söylemez onu bilmem dedi. –demek sorum nazik bir sualmiş– Ondan sonra, biz Üstadın yanında kaldığımız zamanlarda abdest almak vesaire gibi şeylerde, dışarda bulunuruz. Fakat, Zübeyir Efendi çok kere yanında olur, sohbet eder. Gelen birileri olsa bile, o yanında olur, o onun yani en yakınıdır.” dedi.

Şimdi düşündüm böyle koskoca bir Ağabey, veli, Zübeyir Ağabeyden yaşlı, ben o zaman hayli gencim. Tahir Ağabey genç bir Nurcuya, Zübeyir Ağabeyi nazara veriyor. Benim nazarımda kendisini aşağı indiriyor. Bugün bu tarz Nurcular olsa Türkiyenin durumu ne olur, değil mi? Düşünün yani o zamandan beri hala o hatıranın bu cephesiylede tesirindeyim. Yani menfi enaniyeti ya yok, ya öldürüldü. Öldürmesine, çalışmış değil, teşekkül etmemiş gibi birşey yani bilemiyorum.

Biz orada işte epeyce şu bu vesaire derken, 1966 yılı, benim bilgime göre tam bilemem, tarihleri bilemiyorum, 1966’nın sonu 1967’nin başı gibi geliyor. Bildiğime göre Zübeyir Ağabey arasıra bana gelir, kapıyı tıklar, ka­pıyı tıkladığı zaman, Zübeyir Ağabeyin geldiğini anlarız. Ancak biz kapıyı tıklayıp girmeyiz, sadece Zübeyir Ağabey öyle yapar. Ondan sonra ben yine tecahül-ü arifane Ağabey buyurun gelin falan derim. Gelir bakarsın elinde bir çay var. Yukarıda çay yapmış kendisine, fişli ocakla, ondan sonra sana da bir tane getiriyor. Çay, ondan sonra yahut birşey için gelmişiz, konuşuyoruz, oturuyoruz derken bir kaç defa böyle oldu.

Aradan zaman geçti yine böyle bir sefer geldi. Fakat bu geliş farklı, öyle bizim ihtiyarımıza bırakarak demiyor, emir tarzında diyor ki: “Sen kardeş, şu medreseye git” diyor bana. Gidermisin demiyor. Hasekide Galip Gigin var. Nurtan Matbaası sahibi. Onun Hasekide bir dairesi var, dairesi dersane olsun istiyor. Zübeyr Abiye veriyor. Bu yeri Zübeyir Ağabey epeyce kapalı tuttu, epey bir zaman kapalı tuttu. Biz Kirazlı Mescid sokağındaki medre­sede iç içe yatıyoruz. O medrese orada boş duruyor. Ben hemen, niçin gide­ceğim hepimiz burdayız, tek başıma ne yapacağım orada. Ne düşündüm ne de böyle birşey sordum. “Git git.” Hemen oradan ben kendime ait şeyleri al­dım, doğru oraya gittim yerleştim.

 

 

Soru: Peki sizin orada kalanlarla anlaşmazlığınız mı vardı? Zübeyr Abinin git demesinin sebebi neydi?

 

Hayır anlaşmazlığımız yoktu. Git demesindeki sebebi, başta birşey an­lamadım sonra anladım. Ondan sonra ben gittim yerleştim oraya.

Bizim anlaşmamız derken biz eskiden beri ordaki bildiğimiz ve bilinen arkadaşlar arasında, düşünce yapımız ve beşeri münasebetlerimizin şekli.

Kendi henüz Süleymaniyede, Süleymaniyede onun güzel bir yeri var, Güneş alır. Biz odunluk kısmında kalıyoruz penceremiz birbirine bakar ve benim odam ne birinci kattır, ne ikinci kattır. İkisinin arasında bir yerdir be­nimkisi ve kapılarıda biribirine nazırdır. Biz komşuyuz yani.

 

 

Soru: Size Süleymaniyedeki odayı nasıl tahsis ettiler. Yani umumi bir yerde değilde farklı bir yerde?

 

Cevap: Hatırımda kaldığına göre, çünkü ben geçmişle o kadar alakadar değilim, ve ben bazan daktilo filan yazıyorum, birşeyler hazırlıyorum, birşeyler yapıyorum, böyle çalışmalarım var. Bu sebeple tenha bir yer bana gerekiyor. Hizmet sahası itibariyle onun için oraya ben yerleştim.

Ondan sonra... bizim Süleymaniyedeki hayatımızda evvela hiç kimse birşey sezmiyor, yani ayrı bir beraberlik içindeyiz. Zübeyir Ağabey olduğu için benim meselem yok, fakat su ve yağ gibiyiz diye tabir edebilirim. Ve düşünce biçimi ve düşünce kalitesi ve Risale-i Nuru okuma, onu inceleme hususunda ben yani bu cihetten arkadaşlık yapacak olduğum pek kimseler orada yok.

Beşeri münasebetlerde ve insanî münasebetlerde, bir tahakküm tarzı gö­rüyorum, o da bana gitmez. Daha sonra onun için bir farklılığımız var, ama bunu hiç sezdirmiyoruz, devamlı bir ve beraberlik içindeyiz. Derken hiz­metler falan devam ediyor, işte neşriyatlar falan onlar ayrı mesele,

Sonra ben gittim aradan birkaç gün geçti, günün miktarını bilemem 3 gün 5 gün bir hafta bilemiyorum. Birkaç gün az bir zaman geçti kapı çalındı, ben tek başımayım, orada bir odayı seçtim oturuyorum. Kapı çaldı, kapıyı açtım baktım Zübeyir Ağabey geldi. Ev o kadar mefruşatlı değil, bizim odada kaldığım yer var, orada oturduk.

–Dedi: Kardeş burada iyi oda hangisi.

–Dedim ki: Ben bu odayı seçtim,

Güneş bakımından rutubet şiddetli, Zübeyir Ağabey hasta zaten.

–Dedi ki: Bende burada kalsam. Beraber kalsak, aynı odada.

Ben ise, bu odayı kalması için ona bıraktım. Hemen onun eşyalarını ha­zırladım yerleştirdim ve o odayı terkettim. Karşıya salon kısmına geçtim. Artık Zübeyir Ağabey de burada kalmaya başladı. Ha oraya Eyüp’te geldi ve o da kalmaya başladı. İlk Zübeyir Ağabey tek geldi. Ha şu da geldi, bunu da gönderiyor, ha bu şeyi getir. Yani tabir caiz ise, kuş yuvasını yaparken ağziyle birşeyler taşır küçük küçük, cam içine yuva yapıyor adeta.

Yavaş yavaş baktım Zübeyir Ağabeyin elîm dertleri var, açıklayacak ol­duğu şeyleri var, sonra baktım ki bunu toptan söyleyemiyor. Baktımki Zübeyir Ağabey oradaki kadronun, dizginlendiği, yöneldiği yol ve hareket tarzını, beğenmiyor.

Ve orada kalırsa; –sonradan bunları hususi sohbetini ederken, konuşur­ken anlıyorum– Anadolu'daki Nurcular Zübeyir Ağabeyin beraberliğinde diye düşünüp hoşlanmadığı ve mesleğe ters düşen, zarar veren hareketleri, Zübeyir Ağabeyin nezaretinde ve kabulünde anlamalarıyla mesul olmak se­bebiyle ciddiyetini anlayınca, mecbur kalıyor ayrılmaya. Merhum Mehmet Kuru’nun o güzel delik delik şeylerle duvarları tecrid ettiği ve güneş alan yerden, Boğazdan devamlı esinti alan güzel semt Süleymaniyeden, bu sıh­hatine çok ters rutubet merkezine geldi. Yani mecbur geldi, ama o tarafa hiç sezdirmiyor, demiyor, amma o taraftaki bizim arkadaşlar sezdiler bunu, du­rumu sezdiler.

Burada merkez nokta şu.. Oradan bizim çıkışımız; Zübeyir Ağabeyin tercihi, bu benim terciğim değil. Orada kalınması halinde, orada eskiden beri devam ede gelen malum arkadaşlar, hareketinin teşviki ve beraber görünme­nin ve bunun umum efkare ammeye aksettirilmesinin getireceği mesuliyetin şuurunda... ve bunu (o tarz hizmeti) hiç benimsemiyor ve bize de yavaş ya­vaş orada uyandırma yapacak, yavaş yavaş ama tedrici.

Ve birde Urfa'ya gitmek diye bir düşüncesi varmış. Ha onu bana sonra teklif etti. Şimdi bu mesele gittikçe açıklandı. Artık birleştik fikir yapımız ve gayemiz ve endişelenme hususunda, ortaklaştık. Ama, benim Zübeyir Ağa­beyin yani manevi gücü varlığını kabul ettiğim tarzıyla, hani gemilerin arka­sında –patele diyoruz, bizim kendi lisanımızla– bağlarlar, küçük bir şey, ka­yıkçık. O büyük dalgalarda o büyük gemi, küçüğü de filan, zararsız hale ge­tirir. Arkadaki patele onun beraberinde gider, fazla bir şey çekmez, yani dal­gayla vuruşmaz. Benim vaziyetim o anda öyle, arkadan gidiyoruz, biz takıl­dık oradan.

Ondan sonra bana dedi ki: Ne kadar paramız var?

–Dedim ki: Ağabey 3000 bin lira var.

–Bizim memlekette bir dağ var, hükümet o zamanda oraya radar yaptı, istimlak parası ödedi bize. O dağ'dan kalma 3000 bin lira param var. Şu an için, ölçersek epey büyük para. Babadan kalmış oluyor. Ama bu yoldan doğ­rudan doğruya hizmet hayatının içerisinde harcanmasına veriyorum. Benim param ama, hizmet içindeyim, çünkü ben vakıfım. Artık bu paranın başka bir şekli olamaz, onun için benden soruyor. Çünkü bizim ........ hizmetle hiç münasebetimiz yok, oradan gelme para elimizde hiç yok, buna rağmen Zübeyir Ağabey sordu benden, yani ne kadar paramız var diye.

–Dedi: Gizlice, ikimiz Urfa'ya kaçacağız, ne diyorsun?

Buradan Urfaya kaçmasının hikmetlerini sormadım, sormaya da niyetim yok benim, fakat sormadığımın sebeplerinden birisi de... niçin kaçacağımızı önceden daha evvelden görüştüğümüz için, dertlerimizi ortaklaştığımız için o babta benim mevcut bilgim bana yeterli, kaçmamızın sebebi İstanbul’dan uzaklaşacağız.

Çünkü Anadoluya bir lâhika ile veya onları celbederek, durumu ileri ge­len Nurculara anlatma tercihini yapmıyoruz. Ya böyle yapmalıyız, ya da açık açık anlatmalıyız.

Urfa’da böyle bir faaliyet başlayınca, belli bir zaman sonra diyecekler ki, İstanbul bir şeyler yapıyor. Zübeyir Ağabeyde Urfa’da bir şeyler yapıyor demek alâkaları yok. Nedir bu acaba? Belki Urfaya gidip sorabileceklerdir.

İkincisi de Urfada Abdulkadir Badıllı Ağabeyin bir eski teksir makinasi var, bizim hiç imkanımız yok o cihetten. Oradan lâhika neşredeceğiz. Fakat kibar lâhika neşredeceğiz ama Zübeyir Ağabeyin uslubuyla, Nurlardan aldığı dersiyle bunu gören Nurcuların bir kısmı en azından çalışan bir kısmı şunu anlıyacak, “İstanbuldaki faaliyet ile bu lâhika arasında pek tutarlılık yok” dedirtebileceğiz.

Çok açık değil, bütün bütünde kapalı değil tarzında bir niyet olduğunu bildiğim için böyle bir sual sorma ihtiyacını duymadım, neden diye.

Çünkü zaman zaman gece yarısına kadar konuşmamız devam ediyor kendi odasında, kimse de bize gelmiyor. Kimsiniz, nesiniz ne yapıyorsunuz efendiler, niye buraya gelmiyorsunuz diye, hiç kimsenin alâkası yok, bir cur­cuna çıktı ortaya, herkesin dikkati orada toplanıyor her halde.

Sonradan işitiyoruz ki, bizimkiler de “Zübeyir Ağabey şimdi orada meş­guller, rahatsız etmeyiniz, gitmeyiniz” falan gibi sözler söylüyorlar.

Zübeyir Ağabey yasak bölge yaptı zaten orasını, kapıyı herkese açmıyor. Fakat daha ince meseleler olarak, neler düşünüyor, neye yasak bölge yaptı­ğının da, bütün derinliklerini bilmiyorum.

Şimdilerde bazıları böyle siyasi sahada yürüyen bizim arkadaşlar, anla­yışları olarak, yani matbuatda falan rastlıyoruz, bu Zübeyir Ağabeyin ayrılı­şına başka bir yön, başka bir mana başka bir maksat veriyorlar, aslı astarı yok bunların anlattıkları hikaye.

Ondan sonra Urfa’ya gitme hususunda iyi olur, gidelim falan demedim. Yani ne olacak dedim ne yapacağız? O gayeyle daha önceden görüşüyor ko­nuşuyoruz ya, o manada yani ne çıkacak yani neticede elimizden ne gelir? gibilerden.

Öyle ben pek meyil göstermediğimi anlayınca, vazgeçti o düşünceden. Yani o cihette ısrar etmedi. Fakat akşam sabah düşünüyor, ne yapacağız çare ne diye.

Bu arada bizden neşriyatı da kestiler. Biz hazırlıyorduk onu da kestiler bizden. Yani bize bir bakıma ambargo. Ne diyorlar, hazelehüm...

Tahminen 1967, 1968 lerde mi galiba, galiba öyle. Çünkü biz 1969 larda Tevruza geçtik.

Hatta o zamanlar Büyükçekmece taraflarında, bir deniz kıyısının bur­nunda kamp meselesi, var. Bir şeyler yapılmış tabancalar silahlı atışlar falan yapılmış. Zübeyir Ağabey çok şiddetli kızıyor.

–Diyor: Git lügatları getir, lügatları aç, kamp kelimesini aç diyor.

Açıyoruz kamp kelimesini, bir de açıyor plaj kelimesini.. ikisinin mana­sını okuyoruz, okuyor Zübeyir Ağabey okuyor. Plaj: Deniz kenarında, plajda....., o lugatı okuyor, aha diyor “bunların yaptığı plaj” diyor. Bir resim çıkardı, nasıl çektirdi, nereden buldu, bilmiyorum, denizde yüzer iken şeyle­rin, bak diyor bak diyor, yani bizim hissimizi hazırlıyor.

Böyle biz o zaman genciz, ondan sonra kampı okuyor, bak diyor deniz kenarında değil diyor, başka bir sahada, ağaçlıklar arasında falan diyor, her halukarda bu hareketi tenkit için bahane arıyor, tenkit bahanesi arıyor, Zübeyir Ağabey tâ lügatlara kadar giderek.

 

 

Soru: Zübeyir Ağabey gerçekten herşeyi kahramanane söyleyen bi­risiydi, yani bunlara bu yanlışlarını açıktan niye söylemedi?.

 

Cevap: Ben bu hususta kendisinden bir sual sorup cevap almadığım gibi, sormadığımdan konuşmaları arasında da bir açıklama yapmadı.

Fakat zaman zaman böyle derdi, “Beni devreye koyma sen tampon ol.” Ve kapıları içinden takviye yaptırdı.

Bizim arkadaşların bu manzarada, bu hadisede görünen tehlikenin dü­şünce sahipleri diye asla düşünmem. Fakat Zübeyr Abi işin başka yönlerini, başka parmaklarını hesap ediyor. Beynelmilel bir cereyan meselesini düşü­nüyor. Bizimkilerin bu cihetten fazla haberleri yok.

Hatta yazmış olduğu bir mektupta, muhtevasını da kimseye demedim. Kimseye hala demekte istemiyorum. Gereksiz şimdi artık.

Benimle istişare etti. Tevruz’dayken artık son devreleri, ben okudum DEHŞETE kapıldım, açık, ayan beyan isimlerle hadisenin özünü şey yapa­rak böyle anlatıyor ve bunu yazdı.

Sen yani bunu bana, neden açıklamıyor dedin. Özel manada, bunu yazıp yani ben tasvip etseydim, evet deseydim o zaman derdim. Bir toplantıda, Zübeyir Ağabeyin vefatından sonra, Tevruzda bir toplantıda, yolda Sungur Ağabeye anlattım.

–Dedim: Benim öyle bir niyetim olsaydı muhalefet ederdim, bak dedim öyle bir durum olsaydı yapmazdım, tamam Zübeyir Ağabey derdim. Baktım çok dehşetli, ortak olamadım.

Zübeyir Ağabey, bu sefer ne yapmak lazım dedi. –mektup hakkında ne yapmak lazım diye söylüyor– Benim ağzımdan hiç birşey çıkmadı. Yani o an için yarım şok gibiyim. Zübeyir Ağabeyde artık kılıncını çekmiş gibi bir vaziyet.

Yani bu kadar sene perdeli perdeli giderken, bunu da bizim arkadaşlar dışarıya çıkartmazlar, çünkü bunu dışarıya çıkartmak, bunları toptan imha eder.

Zübeyir Ağabey bunun hesabını yapıyor, anlaşılan Zübeyir Ağabey bi­zim arkadaşlardan çekinmiyor başka taraftan çekiniyor.

Onun için bunu onlara verecek bu yazıyı evet desem, usulden yazaca­ğım, bunu güzel bir nüsha bana, bir nüsha kendisine, bir nüshada onlara gönderecek, ona orada bakacaklar ve hemen imha edecekler haliyle, ister istemez.

Ama bu mektuptan sonra nasıl bir tavır takınacaklar. O ise bilinmiyor. Peki ne yaptık, soba yanıyordu orada... Sobaya parmağımı diktim, bir şey demedim diyemedim, ağzımdan ne evet ne hayır, sukut... O zaman biraz dü­şündü, böyle biraz müteessir oldu, –şöyle elini havada bir salladı– peki dedi. O zaman öbür tarafa döndü darılır gibi yaptı biraz.

Bu manzara karşısında tamam abi demem gerekirken, ne kadar tesirinde kalmışım ki mektubun, hemen sobaya attım!.. O an için mektubun açıkta bulunmasına tahammülüm yok.

 

 

Soru: Ağabey mektubun detayları değil, ama neye karşı ikaz vardı? Ondan nasıl bir ders çıkartabiliriz. Mektubun muhtevasını açıklamı­yorsunuz, biz ondan nasıl bir ders çıkartmalıyız?

 

Nur talebelerini neye nasıl bakmak. İkaz yok, olan hadisenin ana yapısını anlatıyor. Yani bu bizim arkadaşların tuttuğu bu yol, Risale'i Nurun yoluna uygun değil ters. Onun için onlara dönünüz-mönünüz filan demiyor da bu var.

Biz bazan beraber çıkıyorduk, bizim arkadaşlarımız beraber çıkışımız­dan müteessir oluyorlardı. Yani aksulamel oluyordu. Senelerdir alıştıkları bir şey, şimdi kendilerinden uzaklaşıyoruz. Tabi onlara yanaşmıyor bunu da biliyorlar. Zübeyir Ağabeyin düşüncelerini dışarıya aktarmıyorlar, onun için yani böyle bir yoldan gidiyoruz yani orta tarzda.

Şimdi Zübeyir Ağabey oradayken, bu arkadaşlara yalnız olarak bir sefer konuşmaya gitti. Gitti ve döndü odaya girdik bana anlattı neleri teklif etti­ğini. Bu arkadaşlarımıza, şunu teklif etmiş:

“Tamam, dedim tamam da ama nasıl tamam. Siz hepiniz, yaptığınızı ya­pın tamam kabul. Fakat Risale-i Nurun hizmet hayatını, neşriyatı, medreseyi bize bırakın, siz de o işleri yapın, gene kardeşiz, hiçbir iğbirar duymayaca­ğım dedim. Bana estağfurullah, estağfurullah çektiler” dedi.

Peki yani, estağfurullah, ne demek –yani Zübeyir Ağabeyin verdiği isti­kamete– evet mi , hayır mı?..

Yani şöyle mi, siz neşriyatı geniş daire ile irtibatlı olun zaten. Evet ders­hane hayatını ayırın. Çünkü sizin yaptığınızın iyilikler varsa, geniş daire içinde hizmetler olabilir. Belli bir ölçü içersinde olmak şartıyla, bid’atlara taviz vermemek kaydıyla, Risale i Nur mesleği yolunda geniş dairede bir yol olabilir, ama buradaki faydanın yanı başında. Âlem-i İslâm muvacehesinde belli bir guruplar var, zararda olacak.

Gazeteci hele ehvenüşşerri de yapacak, bazılarına destekliyeceksin bu hususi bir görüşme değil ki, matbuat yoluyla çıkacaksın ister istemez. Şu anda siyasi hayatın tamamen yapısı ve ruhu tarafgirlik. Benden olduğu za­man meleksin, bana muhalefet ettiğin zaman şeytansın, demiyor mu Üstad, bu kanun olmuş.

Şimdi Risale-i Nurda böyle sahada Risale-i Nur hareketi olarak görme­mek lazım. O zaman ne yaparsınız nurun namına olmadan bir mevkute çı­kartırsınız, biraz İttihad-ı İslâmı içine alacak şekilde, ama zaruri hallerde ar­tık tercih siyaseti ehvenüşşer makamında, tasvib makamında değil, tercih makamında ve aynen Nurun dediğini de koyacaksınız, ve bu şekliyle geniş bir dairededen bir zarar nura mal olmıyacak.

Ondan sonra, efendim, onun için yani iyiliklerde, Nurculuk hepimizin istifade edelim, zararlı olan şeyler de dar sahada kalsın. Maalesef bu olmadı o zaman.

Zübeyir Ağabey ile kaldığımız, yani o özel kaldığımız durumu siz sayar­sanız 1967, 1968, 1969, 1970 ...1970’i saymıyalım, net üç sene, en dalgalı devre. Üç, üçbuçuk sene diyelim, biz. Çok dertli ve sıkıntılı hayat geçirdi. Çok ama, o uzun çeker bunun teferruatına gerek yok şimdi, geçmiş gitmiş bu. Madem sordunuz cevap veriyorum, cevap veriyorum derken, zekatın zekatınıda vermiyorum, yani aslında gerek de görmüyorum.

Zübeyr Ağabey ehl-i dünyaya Risale-i Nurun meseleleri ile cevap ver­meyi, gazete yoluyla veya neşir tarzında tasvip ediyordu, gazete yoluyla mülahaza ediyordu. Fakat gazete verilen istikamet üzere gitseydi.

Mesela bir hadiseyi anlatayım:

Merhum Zübeyir Ağabey merhum Mustafa Polatı çağırdı, o da gazetede idareci ya. Bak kardaşım dedi, hususi bir odadayız, diğer arkadaşlarımız da beraberiz.

“Şimdi gardaş dedi altı ay hiç Risale-i Nurdan hiç bahsetmiyeceksiniz.” Gözüm kulağımla haber veriyorum bunu ben. Zübeyir Ağabeyin gazeteye verdiği, vermek istediği mecranın ana yapısı bu. –Risale-i Nur’da gazete yok değil var, fakat ne biçim var, meselemiz bu.–

“Şimdi ilk çıkan mevkuteyi, –mevkute demekte gazete, mecmuayı içine aldı– halk hangi cemaatındır acaba diye merak eder. Hatta ilk olarak hangi cemaatındır diye sorarız?. Şimdi ilk çıktığınız halde Risale-i Nur diye çıkar­sanız, ha bu Nurcularındır derler. Gazetemiz bir şey yapamaz o zaman aka­mete gider ve de mesleğe de zararlar gelir.

Ama altı ay birşey yazmadınız, haklı olarak İslâm Dünyasına yapılan za­rarlı tecavüzlere karşı çıktınız. Herhalde o zaman müslümanların şahsında İslâma hücum vardır, o zaman şunu diyecekler, yani her haklı olan müslümanı müdafa ettiği cihetle İslâm dünyasını esas alıyor. İslâm Birliğini esas alan bir gazete, örnek bir gazete diyecekler, sahip çıkacaklar. Sonra bu altı ay sonra bir müdafaa neşredersiniz. Bir Risale-i Nur talebesine bir şey yapıldığında müdafaada bulunsanız, zaten bu müslümanları müdafaa ediyor, halbuki Nurculuğu da müdafa edecek diyeceklerdir.”

Yani o zaman gazete –bu 19 maddede yazılı– Risale-i Nur namına ortaya konulmıyacak.

Nurcu, asker olabilir, gazeteci olabilir, partici olabilir, bakkal olabilir, hepsi olabilir. Ama bu neci olarak bulunduğu sıfatı ne ise, kendisinin sıfatı­dır. Ama Risale i Nur noktasındaki çalışmalarının, Risale i Nura uygun olan kısmı hepimizindir, bu da yeter ona.

Bunu istiyordu olmadı bu onun şeye doğru gitti, öteki tarafa doğru kaydı, Buradaki bu verilen haraket tarzı, bid’atlar içine girmeyecek ve merdane gi­dilecek başka kişilerin düşünenlerin, kitap sahiplerinin kitapları, kendileri orada nazara verilmeyecek.

Nur hakimiyeti gösterilecek ve bu şekliyle köşeye yazdı, yazdı ama güya onların tersini yapın demiş tarzında bir çıkış oldu.

 

 

Soru: Zübeyir Ağabeyin bu gazetenin siyasi mecraya girmesine, daha sonra bir siyasi partiyi açıkca destekler hale gelmesine, izni, müsadesi, arzusu var mıydı.

 

Şöyle bir durumlar oldu. Zübeyir Ağabey iyi niyetli olarak, hüsnü zan sahibi, verilen malumat ne ise kabul eder, en azından bir kısmını kabul eder.

Sonradan bana anlattı Zübeyir Ağabey birisini daha çok ileri sürerek an­lattı. “Hain beni aldattı” dedi. Ben ümit ediyordum ondan dedi, ismini de­medi, denmemesi daha iyidir ve bana da açıklamalar yaptı, dikkat et dedi, yani hissiyatı var, ve birkaç hadiseyi de anlattı, kendisine jurnal edildiğimin farkına varmış. Zübeyir Ağabey böyle böyle dedim ona, böyle bir durumda var.

Zübeyir Ağabey farkına varmış, o zaman. İşte yeni diyorum Nizam Par­tisi, Selamet Partisi gibi şeyler varmış, unutuyorum ben bunları, tarihi şey­leri, hepsini unutuyorum, bir kaba taslak hatırımda, yani onları tuttu mu?

Demokrat partiyi yırtmak tarzı oluyor, bu hususta hayli bilgi getiriliyor Zübeyir Ağabeye. Zübeyir Ağabey de bazı hallerde yani Adalet Partisi, De­mokrat Partinin devamı olduğu manasında özel hayatında bilgi veriyordu. Fakat tasviben değil tercihen, ehvenüşşer olarak veriyor.

Çünkü o bana kaç defa dedi bizzat bana dedi: Demirel efendi için, yok bey denir, efendi en büyüklerine deniyor. Demirel Bey için, Demirel böylede –yumruğunu sıkarak, demir gibi manasında– olur, yok Demirel pamuk el böylede –avucunu açarak, pamuk manasında– olur. Kerameti gaybiyesi Zübeyir Ağabeyin yok. Zübeyir Ağabeyin değil, Üstad söylemiş onu onlara. Ha canım rivayet iyi biliyor Üstad rivayetlerde bu işaretler var diye böyle de olur, böylede olur. Benim gibi bir gence, hepimiz ikimiz beraber. o zaten ne rey veriyoruz ki, pamuk gibide olur, demir gibi de olur. Demirel pamuk el dediği, tabi güçsüz, hemen pamuk el yani demir sağlam metanetli, yok pa­muk el böylede olur, yani yelpazeler var, evin üzerinde, rüzgar estiği zaman böyle olur böyle olur, döner. Herkes o zaman geçmiş, geçmiş ama siz onun atına binmişsiniz, hayli koşarak gidiyorsunuz, ha geldik, ha geliyoruz diye niye hedefinden geliyorsunuz onun için bütün bunlar hep bizim dar sahamı­zın. Bende böyle şey değilim yani bu sahalarda, merakaver değilim. Ben dar sahalar adamıyım, çok gidiyorum Zübeyir Ağabey giderseniz gidin Risale-i Nurun demediğine, ben ortaya çıkıpta mücadele mi vereceğim?

Ben mücadeleye gelemem, hayır ben öyle demiyorum bırakırım kaçarım.

 

 

Soru: Peki Ağabey birde şey var yani kendilerinin bütün hal ve ha­reketlerini destekler mahiyette olduğunu ifade ile, Zübeyir Ağabeyin eline gazeteyi aldığı, cebine gazeteyi soktugu, gidip köprüde, Galata köprüsünde dağıttığı sattığı, gibi, hatıralar okuduk bazı kitaplarda ga­zetenin propagandasını kendisinin yaptığına dair, bunlardan sizin ha­beriniz varmı. Böyle bir şey oluşunu…

 

Zübeyir Ağabey o zamanlar da dini gazeteler çıkıyordu, ama gazete ile hiç alakası yok, adı gazete gibi gazete yoktu, ihlas gibi yok efendim. Bir sürü var, alıyordu. O zamanlar Zübeyir Ağabey bu gazetelere, mesela orada ihlas yazıyor, uhuvvet risalesini yazıyor, Mirac Risalesini yazıyor. Baş punto bu, ve Nurcular çıkartıyor, falanın böyle ve bir iki menkıbe büyük evliyalar ki oda iyi bir şey, yani menkıbe gençlere, kahramanlık verileceğini açıdan İstanbul ve olduğu gibi bu gazeteciler bir fare kediye saldırsa şak diye çeki­yorlar filme, haber neşri diyorlar haber gazetesi değil İslami bülten aslında, bülten yani, ya daha doğrusu mektupmu diyelim Risale i Nurdan alınmış bir parçayla ortaya çıkıyor vatandaş bunu odasında yapıyor,bunu o kadar şimdi. Bu gazete o zamanlar millet korkutuldu, korkuyor, propaganda yapıldı, ora­dan Risale i Nuru okumak, Camilerde falan satılıyor, falan derken ona mu­halefet etmezdi, birde Nurculuk adına bir hareket değil...

Bilinen bir şey değil yani, fakat sonradan bizim arkadaşların, hadi İttihad devresinde şöyle böyle, o zaman biz de sahip çıktık, haftalık mevkutedir,

Fakat sonra, siyasi işlere girince, günlük gazeteye girince işin rengi gide­rek değişti. Anadoluda işe yarayan medrese ehli Nurcuları çekmeye başladı. Zübeyir Ağabeyin çok canı sıkılıyor fakat fazla bir şey de diyemiyor. Bu babda çok hadiseler oldu, uzun çeker bunlar, onun için Zübeyir Ağabey bir gazetenin benim gördüğüm yani belli ölçüler çevresinde. Onun için tafsila­tını vermiyorum, onun için belli ölçüler içerisindeki varlığına birşey demedi. Risale-i Nura hepimize fayda verdiği tarafta ortak, zararlı tarafında bize or­taklık yapmıyacak, bu nizamı koymak zarureti var, ve birde bidatlara girme­yecek, baş eğmiyecek, merdane, ne de olsa Nurculuk kokusu olacağından biraz merdanelik gerekecek, olmadı çekil.

Onu size diyorum mesela öyle bir yere gelinir ki, olmadığı zaman ya bu nasıl bırakırız diye demeyin, hemen kilit taktın bitti işte, bu kadar basit. Bu kadar milyar içeriye girdim demiyeceksin ceket işi olacak, yani ceketi omuzuna aldınmı iş bitecek orada, ona göre gireceksiniz.

Onun için yani bu tarzda bir gazetenin yani arkadaşlardan M. Polat da olduğu için, işin içinde. Ha o zamanlar bizim Süleymaniye kadrosu işin içinde olmıyacak. Hatta o bizim taraftaki kadro, hani yazdı ya Zübeyir Ağa­bey, 19 maddeyi. Bizim Fırıncılar, Birinciler hepsi bu taraftalar, yani gaze­tenin yanlışa gitmesini önleyecek, bir manevi ve müessir heyet durumunda, ama gizli, heyet ha bu heyet, gazete yanlış yaparsa, bu heyeti dinlemezse ga­zeteyi kapattırabileceğiz. Sözümüz manevi dinlenecek, aksi halde Nurculara diyeceğiz ki, bizim bunlarla bir alakamız yok, Nurcular dünyası hemen onu bırakacaklar gibi birşeyler düşünmüştü.

Fakat baktık ki az zaman sonra bizimkiler orada sahip oldular. El ça­bukluğu marifet. Ha bize birşey söylüyorlar. Gazetenin başına bizi Zübeyir Ağabey gönderdi, medreseden yine aynı şahıs, bizi Zübeyir Ağabey derse gönderdi, ders yapın, bütün bu hizmetleri bize Zübeyir Ağabey tevdi etti di­yorlar.

Şimdi gazetede bizim Mehmet Kutlular kardeşimiz biraz daha benimle meşgul olmuştu. Anadolu taraflarında, İzmirlerde falan fitri yapısındada öyle bir aktiflik var.

Kutlular kardeş Süleymaniyede de hakkını kabul etmek lazım, aktif bir vakıf. Mehmet Kutlular dershaneye sahip çıktı. Aktif biri Süleymaniyeyi canlandırdı. Mezbele halinde bulunan Süleymaniyeyi canlandırdı, kahvaltı yapmaya başladık, yemek yemeye başladık, ne bileyim ben, birşeyler birşeyler, bir düzene soktu. Yani Mehmet Kutlular aktif bir arkadaş, bu cihetlede Mehmet Kutlularla bizim bir yakınlığımız, Süleymaniyedeki kadro arasında bir cihetiyle bizim yakınlığımızda var. Yani onun için böyle aktif olduğundan, giderek giderek bu gazete tarafında, birazda Polat ahirete gi­dince, buna zemin açıldı, derken, kendisi tercih etti.

Zübeyir Ağabey medresede bulunana böyle tercih yapınca yani hareket aktifiyeti noktasından tercihini yapınca, Zübeyir Ağabey de istihdam mese­lesi olarak, mecra vermeyi yapar. Bir de mecrayı dinleyecek bir zat olarak da, Zübeyir Ağabeyi dinleyebilir, medreseden gelme, birazda kontrol imkanı iyi olur tarzında. Fakat sonra bakıyoruz ki, Zübeyir Ağabeye de bir mecra vermek gibi durumlar oluyor! Meseleyi bilemediği halde müdahale ediyor tarzında bir anlayış kokuları çıkıyor, burnumuza geliyor.

Eh o zaman bu ne oldu, ya sen nerden biliyorsun, Zübeyir Ağabey Üsta­dın yanında hizmet yapmış ve dersini almış, özel dersler almış, yani bütün Ağabeylerde evet diyorlar buna. O zaman düşündürücü bir manzara çıkıyor karşımıza, haliyle kendiliğinden çıkıyor yani. O zaman Zübeyir Ağabey mecburen uzaklaşmak vaziyetine geçecektir. Yani Zübeyir Ağabeyin ümit ettiği yolda ve prensipler çerçevesinde gidilmedi.

Ya bu hususda çok uzun şeyler söylenecek, yani onun için böyle, zahirde akla uygun gelebiliyor. Aslında işin hikmet yönü, maslahat yönü, Nurun şekline göre şekillendirme meseleleri kapalı kalıyor. O zaman tabiki arka­daşlar şaşırıyorlar. Doğru ne idi diye.

Halbuki en sonunda, Zübeyir Ağabeyin tutumu açık açık ortaya çıkmadı mı, hepimiz biliyoruz çıktıysa ortaya, o zaman istediği bir tarz vardı, olma­dığından ama açığa çıkardı işi, ama çok dar sahada açığa çıktı, hatta orada epeyce kuvvet aldılar. Zübeyir Ağabey bizden falan diye diye de etrafa epey kuvvet aldılar. Şimdiye kadar, şu andaki değilde, birbirlerinden ayrıldılar. Otuz sene içinde Zübeyir Ağabeyden sonra, 20, 30 seneye yaklaştı, çok ay­rılmalar oldu birbirlerinden, fakat hepside ilk başlarda Zübeyir Ağabeyden, Üstaddan intikal eden tarz diye, Anadolu insanına bunu empoze ettiler. Evet yazılı gördüm ben bunu işte, yani bu işler yolunda gitmeyince herbirşey, üç senede beş senede bir ayrılık, kavga, döğüş.

Ve nihayet siyasi her tarafdan Üstad Üstad. Ondan sonra işte dediğiniz gibi az kısım araştıranlar, hakikatı buldular. Zübeyir Ağabeyin bunları tasvip etmediğini.

Badıllı Ağabey bu 19 maddelik şartnameyi yazılı olarak bizden aldı. Al­lah razı olsun Mufassal Tarihçe-i Hayata koydu. O zaman itirazlar da edil­medi, yok böyle bir şey diyemediler. Çünkü yazıldığı zaman ellerine geç­mişti, kendilerine göndermiştik. Aslı bende üç tane yazdım onu ben, bir aslı bende hala var, arasam bulurum herhalde. Çünkü Badıllı koyduğu için kita­bına bulurum yine. Bir tane Zübeyir Ağabeyde, bir tane de gazeteye gitti. Gazetede kokusunu duyanlar oldu, hemen onu kamufle etmişler.

Badıllı Ağabey çıkartınca o zaman muttali oldu çoğu kişi. Zübeyir Ağa­beyin bu meselesinden, gazetenin yayını için gerekli şartlardan orada yazı işleri müdürlüğü yapmış adamın dahi haberi yok. Gazeteyi yürütecek adam, yürüt diye veriliyor Hüseyin Demirele, Hüseyin Demirelin haberi yok.

Yıllar sonra merhum Hüseyin Demirel: Ben de Badıllı Ağabeyin kitabından okudum dedi.

Dedim: Senin böyle böyle şeyden haberin var mı? Duydum dedi.

 

 

Soru: Zübeyir Ağabeyin sair müslüman cemaatlerle olan, münase­betlerin, İslâmî tesanüdlerin, İslami kardeşliğe, İslam birliğine bakış tarzı nasıl?

Bir hadise ile bunun cevabını vereyim, ben. Merhum Büyük Doğu sahibi Necip Fazıl Bey, şöyle kitap yazdı, büyük zatların tarihçesini, kitap yazdı. Üstadımızın bölümünü aldık okuttuk tashih ettik, fakat Necip Fazıl bu tashi­himizi kabul etmedi. Bizde tabi yanlış şey yazıyor, o tarzıyla olan durumunu kabul etmedik, derken Mehmet Şevket Eyginin gazetesinde bunu tefrika yaptı. Bu sefer bizimkiler Şevket Eygiye çok kızdılar, falan gibi bir şeyler oldu, epey şeyler oldu orada. Biz ise mülayemetten gidiyorduk, Zübeyir Ağabeyde benim gördüğüm –Sungur Ağabeye de anlattım– masaya yumru­ğunu vurdu, vay böyle mi oluyordu falan diye.

Durum şu: Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadro olarak Anadoluya ba­kan Süleymaniye 46 numara mensuplarının canlı aktif Nurculuğun hassasi­yetinde canlı ve aktif. Fakat beşeri münasebetlerde İttihad-ı İslâm ruhunda tutmak istiyor. Üstad bu dersi vermiş olduğundan bize, nedir bu, bakınız ne­dir.? Tatbiki şeklini diyorum.

Bir gün Zübeyir Ağabeyle, tuttuk yazıhaneye gittik, gidişimizin sebebi bu hadise dolayısiyle. Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadroya bir bilgi vere­cek, onun için gittik, Zübeyir Ağabeyle oturduk, iç odada, bir de dış oturma odası var. Bekir Bey’in yazıhanesi öyle, iç oda vardır. Yazıhaneyi biliyormusun iç oda vardır, iç odaya girdik, oturduk.

Zübeyir Ağabey Şevket Eygi mevzuunda, bu hadise münasebetiyle, çok şiddetli, hararetli bir konuşma yaptı. Yani Üstada tebaiyet gerekir, bu nedir, bu vaziyetler diye yanlış manasında bizim böylesi hareketlerin mülayemet ile geçilmemesi gerektiğini telkininde bulundu.

Bunun bir sebebi muhterem Sungur Ağabeyin fıtri yapısında şefkat çokluğu var bulunduğu, nerede bulunuyor, Üstad böyle... Askeriyede büyük toplar varya, uçak gibi geliyor düşüyor, başka yere, Dağın bir tarafına. Sun­gur Ağabey Şevket Eygi’ye mektup yazarak destekliyor tebrik ediyor, bizi köstekliyor, buna da Zübeyir Ağabeyin canı sıkılıyor. Gel bizimle görüş ko­nuş ondan sonra, demek istiyor. Daha o zamanlar İstanbulda değil. Fakat Sungur Ağabeyimiz şefkatli, yani hepsini bünyede tutmak, Nurculuk dostu yapmak, daha çok hariçtekileri, ama Nurun muhalefetinde korumak istiyor. Fakat öteki taraftan başka parmaklar da giriyor... onda da hassas olmak ge­rekir. Şimdi denge isteyen, muvazene isteyen bir şey.

Bu manada Üstad, ona yaptığını bana söylemişti, daire dahilinde öz şey­lerde hassas ve metin, harice geldi miydi yumuşak ve tatlı olacak, mesleği –esas düsturlarda– mesleği koruyucu şeyler, bekçiler hassas, bekçiliğinde hassas. Beşeri münasebetinde ise, İslâm dünyasında olmak şartıyla, toplayıcı olacak.

Çok şiddetli bir konuşma oldu, ondan sonrada yanlış anladılar, muvaze­neyi bulamadılar. Sonra Şevket Eygiye bir heyet gönderdiler, o zaman allak bullak oldu işler. O zaman, N. Tokdemir vardı bunu talebeler heyetinin ba­şına koydular, birde direktif verdiler, böyle böyle yap, iflahını kes, falan böyle. Ben onu bir kenara çektim ve dedim: Aman böyle dedikleri gibi yapma, çünkü kenardan diyorsun, ne diyeceksin fazla bir şey diyemezsin. Tamam Ağabey ben biliyorum dedi gitti, Şevket Eygi’yi ciddi bir dost yaptı, gazete sizindir gelin siz yazın dedi, siz kullanın dedi, benden hazırlaması dedi ve teslim oldu. Tokdemir bu haberi getirince, onu hemen heyetten çı­kardılar. Heyetin başına M. Soslu’yu koydular, gittiler, berbat oldu işler. Zübeyir Ağabeyin konuşmasının tatbikatını yapıyorlar güya.

Halbuki bakınız enterasan, Sungur Ağabey hatırlar mı bilmiyorum. Ama bunu anlattığım zaman, güzel bulmuştu.

Zübeyir Ağabeyle Bekir Bey’in yazıhanesinden çıkıyoruz, konuşma bitti derken, karanlıklardan, aşağılardan, merdivenlerden bir baş çıktı karşımıza. Ayakkabımızı giyiyoruz, başımız eğik, Zübeyir Ağabey giydi başını kaldırdı, bende giydim başımı kaldırırken, baktım bir kafa çıktı... Şevket Eygi. Eyvah dedim, ben şimdi hararetli hararetli konuşan Zübeyir Ağabeyle karşı karşıyalar, ne yapacaklar. Zübeyir Ağabey ne yapacak bunu, bakmayıp geçe­cek, yahutta bir şey mi söyleyecek artık kızmış haliyle, diye düşünürsünüz değil mi? Benden dinlediniz sizde hislendiniz... Zübeyir Ağabey hemen ka­natlarını açtı, kollarını açtı, Şevket Eygiye doğru, bir sarıldılar. Kardeşim dedi kusura bakma, hastayım dedi, ziyaretine gelemiyorum, filan, alttan öyle alıyor ki mest oldu Şevket Eygi, kusura bakmayın bizim gelmemiz lazım falan dedi, mukabele ediyor şimdi.

Peki odadaki durumla, bu durum arasında münasebet kurdun mu? Bende sana soruyorum şimdi.

İşte bunu anlatınca Sungur Ağabey masaya yumruğunu vurdu, heyecan­landı ve dedi ki: “Üstadda bunu veriyordu zaten.” Ha bu içerdeki konuşma­mız bizim laçkalaşmamamız içindir. O doğru bu doğru deyip yumuşayıpta harici parmaklar içimize girmesin, tek hassasiyeti muhafaza edelim içindir. Kanatları açıp ona sarılması ise, İslâm İttihadını korumak içindir, müslümanlar arasında öyledir.

Mesela: Zübeyir Ağabey ve biz orada –Süleymaniye’de– beraberiz bun­larla mücadele verirdik ya onlar bizi çıkartırdı, ya biz onları çıkartırdık. Ha­yır biz oradan sessizce kardaşane çıktık, uzaklaştık daha uzaklaşacaktık, fa­kat benim pek aklıma yatmadı ama ben muhalefet ediyorum, siz bilirsiniz dedim. Yani benim suçum siz bilirsiniz demekte oldu. Ne diyecektim, ta­mam Ağabey hazırım hemen gidelim, çok iyi olur, desem Urfa’daydık.

Fakat ben düşündüm yani fazla bir şey görmedim, benim düşüncem şuydu. Bu sahada biz belli Nurcuları çağıralım, yani aklı çalışan Nurcuları çağıralım, biraz işe yarıyan, bilinen. Onlara özel manada, siz kimseye bir şey demeyin diye kafalarını hazırlıyalım. Zaman zaman, yavaş yavaş kitapların neşriyatına, depolara, paraya, onlara teklif etmekde, üç defa teklif ettik.

Üç defasında, Estağfurullah, Estağfurullah çekmiş ve netice yok. Estağ­furullah, evet mi demek, hayır mı demek, hem evet demek, hem de hayır demek, yani bir şey demek olmuyor. Yani onun için o zaman mektubu yazı­yor. Onları biz hazırlayacaktık, hizmettir kardaşlar iyidir, yavaş yavaş onlara devredecektik, evvela diyecektik ki, siz bu meselede mi yürüyorsunuz, yoksa burada mı olacaksınız?

Biz sonradan Tevruz’da Zübeyir Ağabeyin vefatından hayli sonra, 1973 lerden sonra bu teklifi yazdık, karşımda biri vardı, bu zat bilir.

O (mesleği pilcilik olan) zat da malum arkadaşlar hesabına o yapıyor, yazıyor. Ben de Abiler hesabına yazıyorum. İkimiz karşı karşıyayız aslında, bunu da kimse bilmez, imzalar abilerin oluyor, o teklifi yaptım ben, Abiler imzayı attılar.

Yahu o işleri bırakın buraya gelin size iş verelim, yani siz işbaşına geçin değil. Siz ne istiyorsunuz mektubunuzda. Biz senelerin hizmet ehlini dışa­rıya attık mı, hayır, gelin size sizin kabiliyetinize iş vereceğiz. İşin başına geçirecekler, siz gideceksiniz, yahut da emrinde olacaksınız yoo nerde o.

Sözler Yayınevini açtık, yürüyoruz artık onun için bize öyle mektup geldi, bizde böyle yazdık yoo orada çalışın bu işleri bırakın, o işi yapın, ama biz diyoruz, Yayınevi elimizde işi yürütüyoruz yani tamam, bu iki sahada elimizde işte o zaman Ağabeyler hep beraberler. Yürüyoruz işin tashihatı benim, vazifemin neşriyat sahasında, elimizde o işleri yapacak kadro da vardı, yürüyoruz, baktılarki bunlar yürütecekler bu işi, hem de çok şey, odamada masa koyduk, bunu istiyordu. Gerçi bunu bunu yaptık.

Biraz zaman sonra Fırıncı devreye girdi. Sungur Ağabeyimizi devreye koydu Sözler Yayınevini üzerimizden aldılar.

Bu sefer biz Envarı açmak mecburiyetinde kaldık. Tekrar, yani bu işler, burada, biz onların karşısında, kendi varlığımızı, elimizdekileri koruma işini bilseydik bu kadar olmazdı ama hemen... ben kaçıyorum, nasıl kaçıyorum, benim kanunî Hak elimde yok, kaçarım, niye boşuna orada çalışmak, şahsi­yetime zarar gelir.

Ama kanunî Hak varsa zaten kaçamazsın, o zaman mesul oluyorsunuz. Öteki halde mesul olmuyorsunuz, kaçmakla sevap kazanıyorsunuz, ama öteki tarzda bırakmakla, zarar edersiniz. Şimdi elimizde gidiyoruz, ne yapar­sanız yapın biz açtık bitti, o olmadı öyle. O zaman bir ihtilal yaptılar, onlar zaten, küçük kitaplarla.

Böyle işte bu zamana kadar geldik. Yani burda sizin sorduğunuz şeyin aslı var ya, Süleymaniyeden ayrılmamız, bizim esas ayrılmamızın sebebi:

Buradaki arkadaşların geniş dairede ölçüsüz hareket etmelerinin bera­berliğinden uzaklaştık. Temeli buydu aslında. Bir hakkın korunması diyebi­lir miyiz, yani Hakkın korunması ve de bir yanlışın efkar-ı Nuriyede, içiçe olmak, görünmekle destekçisi, muavini, yardımcısı gibi görünmek suçuna girmemek gerekir. Onlarda şöyle diyorlar, yani bunlar bize işte muhalefet etti.

Yani size etmeselerde bir destek verselerdi, biz şimdi dünyaya Risale i Nuru hakim yapardık. O yoldan Risale-i Nur hakim olmaz, zaten öyle hakimiyetde düşünülmez. Bizim meslekte kalblere itimat verip, kalpleri celp etmek, nurlandırmak esas mesleğimizdir. Geniş dairede çalışması isteni­yorsa, o zaman manevi çalışmalar içiçe sokulmayacak. Üç defa teklif ettik. Fakat heyhat!....

 

 

Soru: Peki temel ayrılıklar, siyasetten mi sizce?

Sadece dar ve geniş dairenin içiçe karıştırılması, temel yapı bu. Zahirde o pek fazla bilinmiyor. Görünen siyaset, daha çok bütün mesele siyasi şey­lerden. Halbuki siyasette Yeni Asya ile ayrı ve farklı düşmedik, sürekli bir­dik. Yani en muhalefet devremizde bile birdik, ancak dozunda farklıydık. Yani onlar tasvip ediyorlardı, biz tercih ediyorduk, hepsi böyle yani.

Nurun mesleğini muhafaza burada ön plana çıkıyor, elbet canım. Nurun dediği gibi hareket etmek lazım, diyordu ve Risale-i Nurun meslek yapısı hidayet yolu, Allahın inayetinden gelme durumu, hizmet rehberinin başında mukaddimede yazılmış bu fikir, kişilerin temayülüne doğru kaydırıldı, ve bazı dıştan da itmeler geldi derken hayli şeyler oldu, yeni meseleler çıktı ortaya.

 

 

Soru: Yani siz bu tarz Nurculuğun, ileri muvaffakiyete gitmiyeceğini bütün müslümanlar üzerinde müessir olamıyacağını baştan biliyordu­nuz?

Evet, hatta zarar vereceğini Zübeyir Ağabeyin ifadesiyle, “darbeler geti­rirsiniz, hizmete darbeler getirirsiniz.” Bu cümleler Rüştünün kapalı kula­ğından girmiş, bu da öyle kabul eder düşüncede olduğundan, onu zihninde muhafaza etmiş. Diğerlerinde yok, duymuyorum yani, kaç defa söylemiş, “darbeler getirir” eser diye. Ama çok açığa çıkıpta, bu yanlıştır diye de pek mücadelede verilmedi. Şimdi neyi kime şikayet edeceksin, millete ben neyi şikayet edeceğim, neyi şikayet ediyorum. Olsa olsa ne olur, belli Nurcuları çağırıp, yani Urfa’dan falanca zat, İzmir’den falanca zat, bilmem nereden falanca zat çağıracağız, onlara öyle gizli manada, başkada yayılmamak şartıyla, isti­kametin varlığını göstereceğiz.