Tahirî ve Zübeyir Ağabeyler Hakkında Rüştü Tafral Ağabey’in Hatıra Notları
İttihad İlmi Araştırma Heyeti Tarafından Hazırlanmıştır
www.ittihad.com.tr
Merhum ve muhterem Tahirî Mutlu ve Zübeyir Gündüzalp Ağabeylerle beraber bulundum. Bilhassa 1967 senesi başından vefatına kadar yani 1971 senesine kadar Zübeyir Ağabeyle; 1977 senesine kadar da Tahirî Ağabeyle beraber aynı medresede kaldık. Bu seneler Risale-i Nur'un hizmet düsturlarının korunması itibariyle, çok mes'elerle karşılaştığımız bir devredir. 1967 senesi başlarında Zübeyir Ağabeyle beraber ve onun isteği üzerine Risale-i Nur'un hizmet ve hukukuna taallûk eden ehemmiyetli hizmetler için Süleymaniye semtinden Haseki semtine taşındık. Takriben birbuçuk sene sonra da Cerrahpaşa semtine geldik ve burada karar kıldık.
Bu faslı bu kadarla kısa bırakarak mezkûr iki ağabey hakkındaki suallerinize geçiyorum.
SUAL: Zamanlarını nasıl değerlendirirlerdi?
CEVAP: Vakitleri daima Nur hizmeti içinde geçerdi. Risale-i Nur'un tashihi, neşri ve dersi, esas teşkil ediyordu. Fuzulî konuşmaları yoktu. Hatta Tahirî Ağabey odasında yemek yerken dahi kendisine hizmet eden fedakâr Ekrem kardeşe Risale okutur dinlerdi. Ve böyle yemekte geçecek zamanı dahi ihya ederdi. Gelen ziyaretçilerden bazıları, fazlaca ve maslahatsız oturup zaman işgal ettiklerinde Tahirî Ağabey sıkılırdı. Fakat bunu hissettirmezdi. Bende bu durumu önlemek için Tahirî Ağabey'e: "Sizin hizmetleriniz var, isterseniz odanıza buyurun" diyerek odasına gitmesine yol açardım. Tahirî Ağabey de mütebessimane kalkar, selâm verip cemaattan ayrılırdı. Hakikatten çok iktisadlı ve nizamlı bir hayatı vardı.
Zübeyir ve Tahirî Ağabeylerin hayatları ekseriyetle medrese içinde geçmiştir. Medreseyi ihya etmeyi esas almışlardır. Bir gün kiracısı olduğumuz ev sahibinin Oğlunu kıramadığım için, bir kardeşin arabasıyla Belgrad Ormanlarına pilâv yemeğe gitmiştik. Zübeyir ağabey odasından çıkınca beni sormuş, kardeşler de durumu anlatmışlar. Öğleden sonra dersaneye dönüp zili çalınca, kapıyı, pek üzgün olarak bekleyen Zübeyir Ağabey açtı. Beraber tashihat hizmetinde çalıştığımız zamanlarda, ben uyurken masamdaki eşyanın karıştırmasından çıkan hafif seslerle nazikâne uyandırmak isteyen bir Zübeyir Ağabey kapıyı açınca bana: "kendini gezdirdin mi beyefendi!" diye hitab etti ve o asabî haliyle odasına girip yattı. Ben Ağabeyin bu kadar üzüleceğini hesab etmemiştim. Yaptığım hataya üzülmekten daha çok, Ağabeyi üzdüğüme üzülmüştüm. Odasına girdim, bu hareketimin mahiyetini izah edince, üzüntüsü geçti ve yatağına oturdu, ben de rahatladım.
SUAL: Ubudiyet hayatları hakkında ibretli müşahedeleriniz var mı?
CEVAP: Zübeyir Ağabey: "Risale-i Nur okumanın neticesi ibâdettir" derdi. Namazı sarık ve cübbe ile yani dini kisve ile ve tam tadil-i erkân üzere ifa ederdi.
Tesbihatta âdabı üzere otururdu. Sağa-sola yaslanmak gibi durumlarını hiç görmedim. Bir sohbette dua esnasında ellerin omuz seviyesine kaldırılması, ellerle ve parmaklarla, tırnaklarla meşgul olmak gibi lâkaydane hareketlerin yapılmaması hususunda tenbihatda bulundu. Hatta derste dahi ayni âdap üzere otururdu. Saatlerce süren halka dersinde, Hz. Üstad'a hizmette uykusuz kalmanın neticesi şiddetli uykusu geldiğinde, kendine iğne batırıp uykusunu kaçırdığını anlatmıştı.
Aynı dairede oturduğumuz halde, odası kapalı olduğu ve dershane ehli ile her zaman ihtilât halinde olmadığı için bütün hayat seyrini bilememekle beraber, gece teheccüde kalktığına ve zikirde bulunduğuna bazan muttali olmuşumdur.
Tahir Ağabey ise, Teeccüd namazını ve evradını bir düstur halinde ifa ettiğine yakından şahidiz. Bir kerre, teeccüd vakti bir husus için odasına girdim. Minderinde kıbleye doğru oturmuş, elindeki Hizb-ül Hakaikı, tarif edemiyeceğim bir hazin ve hafif sesle okuyor, gözlerinden damlalar düşüyordu ve simasında bir nuraniyet vardı. Bana baktı, tebessüm etti. Ben, "peki sonra konuşuruz" mânâsında el işaretiyle konuşmayacağımı bildirip, rahatsız etmeden dışarı çıktım. Sonra bana bu zikirlerin manevî halâvetinden bahsetti.
Tahir Ağabey bu teheccüdden sonra mutavassıt bir sure ile sabah namazını kıldırır, tesbihattan sonra sabah dersini başlatırdı. Sıra ile herkes okur ve böylece kuşluk zamanına girilirdi. Tahirî Ağabey biraz daha hizmete devam eder, ekseriya öğleden öncesi, bazanda öğlen sonrası bir miktar uyurdu ki, buna kaylule denir. Zübeyir Ağabey de ibadet ve zikir hayatında hassastı.
Bir zaman neşriyat hizmetinden dolayı Hizb-ül Hakaikden evradımı okumaya zaman bulamıyordum. Bunun farkına varan Zübeyir Ağabey bana: "Cevşenden bir miktar oku" dedi. Bende: "İşte görüyorsunuz, zamanım yok" dedim. Peki, o zaman onar ukte (Yani cevşenin ondabirini) oku dedi. Bende peki dedim, fakat tatbik edemedim. Bir zaman sonra tekrar ihtar edince, devam ettim. Anladım ki Hz. Üstad'dan aldıkları terbiye ve Risale-i Nur'un verdiği kemalât ile, bu zatlarda zikir hayatı bir meleke ve bir hassasiyet haline gelmiş.
SUAL: Beraberinde bulunanlara karşı tavır ve hareketleri nasıldı?
CEVAP: Şahsî hukukta a'zamî müsamahakâr davranırlar, fakat umumî hukuka, dine ve Risale-i Nur'un hizmet ve düsturlarına zarar veren fikir ve hareketlere karşı ise, gayet muhafazakârlık, gayret ve hassasiyet gösterirlerdi. Hele Zübeyir Ağabey de gayret-i diniye çok yüksek seviyede idi.
Nurun hususi hizmet hayatının meslekî düstûrlarına selâbet, sadakat, metanet ve sebat gibi meziyetlerin takviyesi yolunda tekrarlı telkinlerde bulunurdu. Fakat has dairenin dışında bulunan müslümanlarla olan münâsebetlerde gayet mültefit, mütevazı ve dostane davranırdı. Buna dair bazı hatalar varsa da, maslahat olmadığından zikrine lüzum yoktur.
Medrese hayatı içinde de kimseyi rahatsız etmez ve incitmezlerdi. Hatta Zübeyir Ağabey, yatan kardeşlere rahatsız etmemek için mecburiyet olmadıkça ışık yakmaz, kapıları açıp kapamada ve yürümede ses çıkarmamak için azamî dikkat gösterirdi.
Tahirî Ağabey ise, Nur'un fedakârlarına karşı çok mütevazi idi. Bir defasında ben abdest alıp odama doğru giderken baktım Tahirî Ağabey havluyu iki elinin üzerine alarak, ayakta bana havlu tutuyor. Birden şaşırıverdim. Hz. Üstad'ın vârisi, saff-ı evvel faziletine sahip ve benden 35 yaş büyük olmasına rağmen bu hareketi, bizi eritip yumuşatıyordu. Birkaç defa da Zübeyir Ağabey kendi eliyle bana çay getirmişti.
Şahsî münasebetlerde böylesine tam tevazu ve tefanî sırrına göre hareketleriyle beraber, hizmet düsturlarına uymayan bazı hallerde, gayret-i diniyesinin neticesi olarak gayetle üzüldüğü ve hatta hiddet ettiği de görülürdü. Fakat sonunda bu haklı hiddetinin, haksızlığını kabul edercesine ve tevazukârane kemalât gösterirdi. Benim intibalarıma göre, böyle durumlar, öyle kusurların işlenmesine karşı, vicdani hissiyat sahasında kapıları tamamen kapatıyor, hürmet, muhabbet ve kemalâta vesile oluyordu. Adetâ tezadi durum ve ahvalin zıddiyet cihetinde birbirini değerlendirmesi kanunuyla hayatî ve canlı bir terbiye hadisesiydi bu.
Risale-i Nur'un meslekî düsturlarına aykırılığı açıkça bilinen bir hatada ısrar edilmesi halinde, hissi zıtlaşmayı tahrik etmeden ve gerekiyorsa, müdebbirlerle yapılan meşveretle, hatada ısrar edenden, tedricen alâka kesilir ve usulüne uygun olarak hizmet ehli ve nurcular bu durum hakkında ikaz edilirdi.
SUAL: En çok ehemmiyet verdikleri ve hoşlandıkları şeyler nelerdi?
CEVAP: En çok sevdikleri ve sevindikleri ve teşvik ettikleri şey, Risale-i Nur'la iman hizmetinde keyfiyet hususiyetlerine sahip müdebbir fedakârları yetişmesi idi.
Dünyaya, makama ve geniş dairenin şa'şaalı faaliyetlerine teşvik ettiklerini hiç görmedim. Aksine hep imanî ve manevî hizmete, yani, Risale-i Nur'un haslar dairesinin asıl vazifesi olan medrese hizmetlerine teşvik ederlerdi. Geniş dairede çalışanların yanlışlıklara düşmemeleri için daha çok Zübeyir Ağabey, gereken ikazları yapmak için alâka duyar ve bazan onları davet edip görüşür ve nazarlarını Risale-i Nur'un müsbet mesleğine çevirirdi.
–Geniş dairede adamlarımız olmalıdır, içtimai makamları işgal etmeliyiz." Mânâsında telkinine hiç rastlamadım. Zübeyir Ağabey namına ve onun düşünce ve tavsiyeleri olarak aykırı düşen bazı sözler yayılıyor ve işitiyoruz. Bu ağabey'in gaye ve düşüncelerine böyle sözler tamamen ters düşmektedir. Meselâ: Elimizde mahfuz bulunan şu yazı dahi düşüncesini anlamaya yeterlidir. Şöyleki:
Aziz Kardeşimiz Ahmet Feyzi, Mehmet Emin,
Necdet bey'in tekrar ifade vermesini bildiren mektubunuzu aldık. Üstadımıza okuduk. Üstadımız sizlere selâm ediyor ve muvafakkiyetler niyaz ediyor ve diyor ki:
"Aziz kardeşlerimiz, şu dünyanın gidişatı ve hâdisatın sevkiyatı ve her daim bitamamiha âhiret hesabına olmasından ehl-i hakikat, âhiret ve beka itibariyle dünyaya bakıyorlar. Bu dünyada muvaffakiyet ve parlak saadet maksud-u bizzat değil, belki rıza-yı İlâhî saadet-i ebediye gibi ulvi emirlerdir. Esma-i Hüsnanın mütenevvi tecelliyatına mazhariyet kesbetmektir Mahiyet-i insaniyede münderic acz, fakr, za'f gibi madenleri tazyiklerle işlettirip dergâh-ı Uluhiyete iltica ettirmektir. Eğer bunlar olmasaydı, yalnız kürsülere çıkıp konferanslar ve vaazlar vermek, fikrî münâkaşalar yapmak gibi meşru hususlar dahi olsaydı sönük kalırdı, tam kemâl olmazdı, hakiki ubudiyet yapılmayacaktı. Yalnız bir cihette ayinedarlık olurdu, mes'ele ruhun derinliğine inmeyecekti. İşte bu ve bunun gibi daha pek çok sebebler var ki; Risale-i Nur şakirdleri cüz'î, küllî, dünyevî müzayakalara, kederlere duçar oluyorlar. Tâ ihlâslarını muhafaza edebilsinler. Hâdisatın şa'saa-yı suriyesine kapılıp aldanmasınlar."
Hatta bu sene içinde Üstadımızın Ankara ve İstanbul'a son seyahatları ve neticesinde, muhalif ve muvafık muhitlerin birden Nur'a iltihakları mânâ teşkil edip meydana gelen Risale-i Nur talebelerinin azim manevî kuvveti icabı iken Risale-i Nur'un nuranî ve bedi' ve ulvi dairesine naehiller girmemek, dünyevî ve siyasî cereyanlar bulaşmamak için kader-i İlâhî dest-i inayetle muhafaza ediyor. Sırr-ı imtihanı muhafaza ediyor gibi bazı sebebler olsa gerektir.
Kardeşiniz
Zübeyir, M.Acet
(Bu mektubumuz hususidir.)
Zübeyir Ağabeyin düşünce ve gayesini ve telkin ve teşviklerinin tarz ve hedefini berrak bir şekilde gösteren şu yazısı da tevil kabul etmez bir sarahatla mezkûr mes'eleyi te'yid eder. Yazı aynen şöyledir:
"Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çokdandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur'dan ve Üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki:
"Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur'a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir." Gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur'a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar. Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki; bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur'a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksadlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hasıl ediyor. Fesübhanellah!.. Hattâ öyle Nur talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl hâlis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebeb olarak da- münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur'a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: "Zaman İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır." (Tarihçe-i Hayat: 690)
Daha bunun gibi haslar dairesinin asıl vazifesi olan iman hizmetinin fedailiğine bakan pek çok tavsiye ve telkinleri tesbit edilebilir.
Zübeyir Ağabey Hazret-i Üstad'ın vefatından bir müddet sonra İstanbula geldiğinde, vefatına kadar ciddî teşvikleri ile ve bizzat kendi yaşayışıyla gösterdiği ekmel bir fedakârlık hayatının te'siri ile hayli vakıf hizmetkârlar yetişmelerine vesile olmuştur. Hayatında en çok meşgul olduğu ve gaye edindiği şey, mezkûr mânâdaki yani azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî sebat, azamî istiğna, azamî fedakârlık gibi keyfiyet hususiyetlerine sahib şakirdlerin şahs-ı mânevisi olan haslar dairesinin ve vakıf fedailerin muhafazası, çoğalması ve devam etmesi idi.
İşte Zübeyir Ağabeyin bu anlayış ve teşvik tarzı esas olmakla beraber bazan da belagat iktizası olarak bazı şahıslara, durumlarına, kabiliyetlerine ve vazifelerine göre ve yine de İslâmiyet ve hizmet maslahatı için mecra verip istihdam etmekle istisnaî tavsiyeleri olmuştur. Bu tavsiyeleri de hiçbir zaman geniş daireye teşvik mânâsında olmamış, ancak müsbet mecra göstermek şeklinde olmuştur.
Zübeyir Ağabeyin, bende mahfuz yazılı diğer bir ifadesi aynen şöyledir:
"Risale-i Nur'a hayatını vakfeden Nur Talebeleri vardır ve olacaktır, hem çoğalmaktadır. Bunlar mücerreddir, yalnız hizmet-i Nuriye ile iştigal ederler.
Merhum Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: Ben fedakârlığa çok ehemmiyet veriyorum.
Kalbdeki fedakârlık, manyetizma gibi te'sir eder. İnşaallâh Nur'un fedakâr dairesi inkişaf edecektir..."
Zübeyir Ağabey Hazreti Üstad'a istinaden Risale-i Nur hizmetinin esasatı olarak bizlere telkin ettiği ve tekrarla üzerinde durduğu en ehemmiyetli hususları, şöylece özetleyebilirim.
l- Risale-i Nur eserlerinin neşri ve muhtaçlara tebliği;
2- Her yerde dersaneler açılıp Risale-i Nur eserleriyle dersler yapılması ve derslere ciddi alâka gösterilmesi;
3- Dersanelerde hizmet edecek fedakâr şakirdlerin yetişmesi ve bu hususta ciddi teşvik ile hassasiyet gösterilmesi;
4- Cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında, istikametli hareketi tayin etmek, gizli muarızların plânlarına karşı cemaatı ikaz etmek gibi hikmetler için, haslar dairesinden zamanla ve ihtiyaca göre lahikaların neşredilmesi...
İşte bunlar, Zübeyir ve Tahir Ağabeylerin hizmet hayatlarında en çok sevdikleri, sevindikleri ve ciddiyetle üzerine durdukları mezkûr hususlardı.
Sevmedikleri şeyler ise, başta mezkûr hizmet esaslarına aykırı düşen düşünce ve hareketlerdir. Bu arada Tahiri Ağabeyin herkesten çok gıybetten çekindiğini görüyorduk. Hatta bir defasında, bazıları hakkında bir gıybeti istemediği halde duymuştu. Bana, gıybey edilen arkadaştan çağırmamı söyledi. Çağırdım ve arkadaşlar geldiler. Tahirî Ağabey onlara nazikane bir lisanla istemediği halde haklarında yapılan gıybeti işitmesinden dolayı haklarını helâl etmelerini istedi. Asrımızda çoklarında pek az bulunan ve diyanetin de temeli olan Allah'a karşı mes'uliyet duygusunda Ağabey'in kazandığı bu üstün derece, nümune-i imtisaldır.
Zübeyir Ağabey de, Risale-i Nur'un düstûrlarına sadakatla ittiba etmeye bedel, maslahat anlayışlarıyla bu düsturlara tasarruf edip değişiklik getirmek, en sevmediği şeydi. Bu meziyetinden dolayı Hazret-i Üstad, Ağabey'e "Camid kafa" diye iltifat edermiş.
Bir zaman yanına gelen bir zat, maslahat anlayışına göre yaptıkları işlerin lüzumunu izah ederken, Zübeyir Ağabey tekraren: "Bu söylediklerini ben Risale-i Nur'da görmedim, Üstadımdan işitmedim, kafam çalışmaz" diye cevab veriyordu. Hem derdi ki: Benden bir şey soracağınızda: Bu mes'ele hakkında "Risale-i Nur'un hangi yerlerinde izahat var?" veya "Üstad Hazretlerinden duyduklarınız var mı?" şeklinde sorunuz. Bazan da: "Sadırdan değil, satırdan"; çok kerre de: "Kardeşim kitabî olsun" derdi.
Tahirî ve Zübeyir Ağabeyler, günün tarafgir ve menfî siyasetinden uzak dururlar ve merak uyandırmazlardı. Zübeyir Ağabey gençlerin 20-25 yaşlarına kadar, Hakaik-i İmaniye ve Fezail-i Diniye ve Hizmet-i İmaniyede inkişaf edip meleke kazanmalarının zaruretini beyan ve telkin ederdi.
Bir gün siyasetle alâkalı bir zat ziyaretine gelmişti. O zatı hemen odasına aldı ve kapıyı içerden sürgüledi. Çünkü bu zat salonda gençler arasında siyasî, merakaver mes'eleler konuşabilir. Hem de Zübeyir Ağabey bu zata, siyasî istikamete ait bazı tavsiyeleri olacak. Böyle siyasî mes'eleleri, itimad ve hürmet ettiği zatlardan rahatlıkla dinleyen hizmet ehlinin, o mes'elelere merakı tahrik olacağı bedihidir. Böyle hikmetler için, bu mânâda gelen zatları, hususi odasına alırdı. Fakat yine de gençler, acaba neler konuşuyorlar diye merak edebilirler ihtimalini nazara alarak, misafiri ile konuştukdan sonra odadan çıkacaklarına yakın Zübeyir Ağabey, medresede devamlı konuştuğu hizmet ve fedakârlıkla ilgili bir bahse, işitilecek sesle başlar. Tâ ki dışarıda işitenler, yine mûtad mes'elelerden konuşmuşlar deyip, nazarları âfâka dağılmasın. Bu ve buna benzer müdebbirlik hususiyetleri dikkatimi çekerdi. Bununla beraber, genç hizmet ehlinin de bilmesi gerekli bazı içtimaî mes'eleleri, hikmet ve ölçüsü dahilinde ve müdebbirlik dersi için beyan ve izah ettiği de oluyordu.
Zübeyir Ağabey haslar dairesini böylesine muhafaza ederken, geniş dairenin de istikamet ve müsbet mecraya sevkedilmesi hususunda, Risale-i Nur'un ölçüleri içinde olmak şartıyla ve dar ve geniş daireyi iç içe karıştırmadan gerekli ikazlarda bulunurdu. Siyasetle bilfiil meşgul olmakla, siyasete ait ikaz ve irşadda bulunmanın farklılığını görür ve iltibas etmezdi. Her şeyle meşgul olanlar, belli bir sahada ihtisasını geliştiremez diye çok kere nasihatlarda bulunurdu. Abdullah Yeğin ağabeyle hazırladığımız Yeni Lûgat'ın "İhtisas" maddesinde Zübeyir Ağabey şu izahı koydu:
"Bir kimsenin dünyevî veya uhrevî, Kur'anî, İslâmî, İmânî bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesai etmesi; yalnız onunla meşgul olması. Bu metod insanı muvaffakiyete eriştiren en birinci ve en büyük bir âmildir. Bir kimse yaktığı bir meş'aleyi parlatabilmesi ve bakileştirebilmesi için o meş'alenin, o nurun pervanesi olması gerektir."
Merhum Zübeyir Ağabey gayet müdebbir ve ferasetli idi. Üstad Hazretlerinden aldığı bu meziyetinin bir eseri olan şu hadise, ibret vericidir. "Bir gün Süleymaniye semtindeki dersanede Zübeyir Ağabey hasta haliyle merdivenden iniyordu. Başkaları tarafından kenar-köşeye atılmış menfi bir gazeteyi iade etmek için bakkala gidecekti. Ben "Siz zahmet etmeyin." deyip gazeteyi aldım, bakkala iade ettim.
Zahiren ehemmiyetsiz görünen bu hadise, hakikatta çok ehemmiyetlidir. Meselâ: farzedelim ki, bakkal, satmak için on gazete almış, yedisini satmıştır. Buna göre bakkal gazete müessesine yedi gazetenin parasını verip üç gazeteyi iade edecektir. Biz bu gazeteyi iade ettiğimiz için bu sefer altı gazete parasını verip dört gazete iade edecek ve gazetenin trajı düşecektir. Her müslüman bu şuurlu hareketi yapsa bu gazete yaşayamaz. Her menfi ve ifsad edici vasıtalar için de aynı muameleyi düşünürsek Türkiyede bütün ifsad vasıtaları bu şuurlu hareketle iflâsa uğratılır. Partiler, hükümetler ve ordu kuvvetleri olmaksızın halkın feraset-i imaniyesi, ifsad müesseselerini hezimete uğratır.
İşte Zübeyir Ağabeyin mezkûr hareketi bu mânâyı ifade ediyordu ve manevî âlemlerde fotoğrafları çekilen böyle hareketlerin ind-i İlâhideki manevî değeri, bu külliyettedir. Zira nekadar ifsad vasıtaları varsa eğer Zübeyir Ağabeyin eline geçse idi ayni muameleyi yapacaktı. Risale-i Nur mesleğinde, halkın lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile ikaz ve irşad edilmesine ehemmiyet verilmesinin bir hikmeti de budur. Hem bu imtihan dünyasında, hikmet-i imtihan nokta-i nazarıyla düşünmeli ve hareket etmeli, vazifemize bakıp neticeye karışmamalıdır.
Yine Süleymaniye medresesinde iken bir gün Zübeyir Ağabey beni odasına çağırdı, gittim. Birinci sahifesinin tamamında Fatih'in ata binmiş resmi bulunan dinî bir gazeteyi bana uzattı, bak dedi. Baktım, inceledim ve iyi dedim. Tekrar iyi bak dedi. Tekrar baktım, yine iyi dedim. Yine bak dedi. Baktım bir şey yok, iyi dedim.
Bu sefer bana: "Resim kaç yaşında görünüyor." dedi. Resme dikkatle baktım ve 50-55 dedim. "İsabet ettin." dedi.
Yine sordu: "Fatih İstanbulu fethederken kaç yaşında idi" Yirmi küsur dedim. Hemen hiddetle ayağa kalktı ve "Bunda parmak var, hâdise küçültülüyor." dedi.
Çünkü, 50-55 yaşlarındaki bir kumandanın böyle bir fetih yapması tarihen me'muldur. Fakat yirmi küsur yaşındaki bir kumandanın böyle bir fetih yapması hârikadır ve bir inayet-i İlâhiyedir, bunu örtmek istiyorlar mealinde ikazatta bulundu ve ferasetimizin artması için dikkatimizi çekti. Doğrusu bu ince noktayı nekadar düşünsem de farkına varamazdım.
Tahirî Ağabey, bütün hayatını medrese içinde Risale-i Nur'un ve tevafuklu Kur'anın tashihi ve neşrine hasretmişti. Geniş daireye ancak ciddî bir İslâm maslahatı icâbı nadiren alâkalanırdı. Meselâ: 1971 askerî müdahalede anarşizme düşman olan ve muhafazakâr olduğu duyulan İstanbul Örfî İdare kumandanı Faik Türün Paşa'nın düşmanlarından muhafazası için, bazı kardeşlere dua etmelerini tavsiye etti. İşte alâkası bu mânâda ve bu kadar.... Diğer taraftan da kendi Osmanlıca yazı mektubatında "Saltanat-ı dünyeviye Al-i Beyte yaramaz" mânâsındaki bahse işaret koyup, gelen ziyaretçilere hâsseten buradan ders yapar ve iman hizmetini nazara verirdi.
Hizmet hayatında nizamlı olmak gibi hususlarda hassasiyetleri nasıldı?
CEVAP: Risale-i Nur ve Üstad Hazretlerinden aldıkları ders ve terbiye neticesi olarak hizmet hayatları ciddî bir nizam içinde cereyan ederdi. Bugünkü hizmeti sonraya bırakmak gevşekliğini hiç sevmezler, o hizmeti anında ifa ederler ve ettirirlerdi. Bu hususta bir hâtıram:
İkindi namazı ve dersinden sonra Tahirî Ağabey'in isteği üzere bazan beraber oturup hizmet ve Risale-i Nur'a ait bazı mes'eleleri tezekküren sohbet ederdik. Bir kere de lahika mektublarının mânâ ve ehemmiyetine dair konuştuk. Emirdağ Lahikasının başındaki takdim yazısının 7. paragrafından sonraki paragraflarda da temas edldiği gibi, cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında istikametli hareketi ta'yin edip neşretmekle Nur cemaatının hizmet birliğini korumak, münafıkların planlarına karşı gerekli ikazları yapmak ve hizmet-i imaniyenin ve o yoldaki fedakârlığın ve keyfiyet hususiyetlerinin ehemmiyetini beyanla teşvik etmek ve böylece haslar dairesinden Nur cemaatı içinde manevî disiplin ve istinad noktasını göstermek gibi çok ciddi hikmetleri bulunan lahikaların neşrinin Risale-i Nur'da bir esas olduğu mânâsında hayli konuştuk. Bunun üzerine Tahirî Ağabey: "Ahî, parası benden, hemen git teksir makinası al" dedi. Ben: "Bu saatte büyük mağazalar kapanır, yarın bakarız" dedim. Ağabey ise: "Hayır şimdi gideceksin" dedi. Bende hemen harekete geçtim.
Tahir Ağabey, medrese hayatı beraberliğinde de nizam ve disiplinli idi. Namazlar tam vaktinde ve cemaatle kılınır. Namaza yakın, yani namazı biraz geciktirecek şekilde sofra kurulamaz. Bir hizmet olmadıkça medrese ehli, keyfine göre dışarılarda gezemez. Sabah ve ikindi dersleri, tam bir nizam altında icra edilir, abdest alan ıslak ayaklarla halılara basamazdı. Dersanede gıybet yasağını ilân eden levhası, odasında asılı dururdu. Sabah namazına yakın dershane ehlinin namaza hazır olmalarını nizam altına almıştı. Yemekler muayyen vakitlerde cemaatle yenirdi.
Namazlarda sarık, cübbe ve tâdil-i erkân icra olunur, takva ve azimete riayet edilirdi. Cerrahpaşa semtinde iken altımızdaki daireden bir kiracı, bizim dairenin balkon direğine televizyon antenini bağlamıştı. Tahirî Ağabey, ev sahibine şikâyet edip anteni derhal kaldırttı. Bu iki Ağabeylerimiz, medresede fuzulî ve mâlâyani sohbetler, lâübaliyâne şakalar ve gülmeleri sevmezler, şayet bir gaflet eseri olarak vuku bulsa, -Tahirî Ağabey bizzat, Zübeyir Ağabey ise ekseriyetle dolaylı şekilde- ikaz ederlerdi. Medresede bu nizam ve disiplini, iyi yetişmek için elzem görüyorum.
Bu Ağabeylerin kendilerince ihdas ettikleri prensipleri yoktu. Bu zatların en ehemmiyetli mes'elesi, Risale-i Nur'da gösterilen prensip ve düsturlara, yani Emirdağ Lahikası 73'de ifade edildiği gibi "Risale-i Nur'un talimatı dairesinde" hareket etmeye cehd gösterirler, sadakati esas alırlardı. Prensiplere bağlılıkta meleke kazanmak ve muhafaza etmek için Zübeyir Ağabey'in şu zikredeceğim hassasiyeti, yeterli bir örnektir:
Risale-i Nur'un neşriyatında bazan çok sıkı durumlar olurdu. Yani matbaadan gelen formaları hemen okuyup göndermek gerekiyordu. Bu tarafta hiç terk edilmeyen ikindi dersi de, epey zaman alıyordu. Meleke haline gelen bu dersin ıttıradımızı muhafaza ve tehâvüne kapı açmamak için, halka dersine oturulur, duruma göre bazan bir satır ders yapılır, fatiha çekilir ve hemen formaların okunup hazırlanmasına geçilirdi.
Tahirî Ağabey bazan İstanbul dahilinde dahi hizmet icabı dışarı çıksa, sarık, cübbe ve seccadesini yanına alır, asla unutmazdı. Odasında her şey nizamlıydı. Odasında bir cüz'i işini yapmak için küçük bir çivi gerekse, hiç aramadan, muayyen olan yerinden çıkarır, verirdi. Yani en büyük hizmetinden, en küçük işine kadar her işinde nizam ve prensip sahibi idiler...
SUAL: Üstadla olan şahsî münasebetleri hakkında neler biliyorsunuz?
CEVAP: Bir zaman Tahirî Ağabey'den bir mes'ele hakkında; "Üstaddan duyduğunuz bir şey varmı?" diye sormuştum. Verdiği cevabında:
– Biz böyle mes'eleleri bilmeyiz, ancak Zübeyir efendi bilir. Büyük zatların bir sır kâtibi olur Zübeyir de Üstad'ın sır kâtibi idi. Üstad Hazretleri daha çok onunla hususî sohbet ederdi” demişti.
SUAL: Vefat anı ve vefatından sonraki duygularınız...
CEVAP: Zübeyir Ağabey'in vefatını netice veren hastalığı gününde, ızdırabımdan ben de yatağa düştüm. Aklî ve itikadî olmayıp hissî olan bu moral çöküntüsü, iki sene sürdü. Tahirî Ağabey'in vefatında da, bir süre hasta yattım. Bu Ağabeylerle olan medrese hayatımız, kat'î kararlılık ve birbirimize kopmaz manevî bağlarla bağlı bir şekilde idi.
Risaleleri ilk defa nasıl tanıdınız. O kitabları okumanın o günkü mânâsı neydi?
CEVAP: 1950 senesi içinde komşu köyden iki mekteb arkadaşım, lâtin hurufu ve teksirle basılmış Asa-yı Musa kitabını bana verdiler. Bu kitabı halâ saklıyorum. Küçüklüğümden beri ilme karşı fıtrî bir meylim vardı. Asa-yı Musa'yı okumaya başladım, fakat fazla bir şey anlayamIyordum. bunun üzerine, mânâsını bilemediğim kelime ve terkiplerin hepsini çıkardım, alfabetik sıraya dizdim. Bütünü üçbin kelime tuttu. Fakat bu kelimelerin karşılıklarını vermek için gereken lûgat kitabı yok, bilenlerde pek yok. Yine de ümidsizliğe düşmedim, sordum aradım. Kelimelerin ekserisinin karşılığını buldum. Bu uğraşmalarım takriben 3-5 ay sürdü.
Bu arada bölgemizde bir nur cemaatı ortaya çıktı. Birbirimize istinaden manevî kuvvetimiz ve şevkimiz arttığı gibi başlarında Hz. Üstadın bulunduğu mücahid Nur Cemaatının varlığını da öğrenince, onlara manen istinad ederek manevî kuvvetimiz çok arttı. Hele bu mücahid cemaata gizli din düşmanı münafık cereyanın tecavüzlerini işittikçe, manevî cihada karşı alâka ve gayretimiz kat kat artıyor ve mahkeme hadiseleri de gayret-i diniyemizi de şiddetli kamçılıyordu.
Risaleleri anladıkça, cemiyetin durumunu anlıyor, âhirzaman fitnesinin aşıladığı gaflet zail oluyor, manevî ufuklarımız genişliyordu. Onüçüncü Lem'anın Dokuzuncu işaretinde beyan olunan kanun-u mübârezenin, hakikaten kuvvetli bir tekâmül kanunu olduğunu hayatımızla müşahede ettik ve nihayet bu ahval bizi, Risale-i Nur'la Kur'an'a hizmet etmeyi tek gaye edinmek hedefine götürmeye vesile oldu ve bu gayemi bir mektubla Üstad hazretlerine bildirdim. Hz. Üstad hemen hafta içinde, mektubuma cevaben takdirkâr mektubunu yazdırıp gönderdi. Daha sonraki senelerde askerlik devremiz geldi. Askerlikten sonra da 1959 da İstanbul'a geldim. Bu şehrin Türkiye vilâyetleri içinde mübâreze ve tekâmül kanununun en üstün dereceli merkezi olduğunu gördüğüm gibi, çok çeşitli tedenni sebeblerinin de mahalli olduğunu fark ettim.
Rüştü Tafral