FITRAT

 

Yaradılış ve huy manasında olan bu kelime Risale-i Nurda çeşidli terkibler olarak da geçer. Mesela: fıtrat-ı acibe, fıtrat-ı asliye, fıtrat-ı beşeriye, fıtrat-ı eşya, fıtrat-ı hayat-ı hakikiye, fıtrat-ı ilâhiye, fıtrat-ı insaniye, fıtrat-ı selime, fıtrat-ı zatiye, fıtrat-ı zişuur terkibleri var.

 

 

 

1-Kâinatta melaikenin mu’cizat-ı fıtratı temaşa etmeleri ehemmiyetli bir gayedir

 

Evet, “Bazı rivayatın işaratıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste "Tuyurun Hudrun" tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu'cizat-ı fıtratı temaşa ederler.” S:177

 

Demek alemde Allah’ın eserlerini seyretmekle esma-i ilahiyenin tecellilerini müşahede etmek ehemmiyetli bir gayedir.

 

“Sen ey riyakâr nefsim! "Dine hizmet ettim" diye gururlanma.

اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِsırrınca Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini; geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyadan kurtul!.” S:473

 

Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.” S:231

 

Gelen ilim ve feyze temessül edilmezse, yani o feyzin hakikatı kalbe bir his ve seciye olarak yerleşmezse, sadece ilimle insana mal olmaz.

 

 

 

2-İnsan fıtratı hasebiyle nefsini sever

 

فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْâyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine feda eder. Mabud'a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabud'a lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakikî'nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهsırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.” S:477

 

Mezkur ayette geçen heva, hakkında hadis-i şerifte buyruluyor ki: (heva, insanı sağır ve kör eder.) Yani temel kitablarda ahkâm-ı ilahiyeyi dinlemez. Kâinat kitabındaki delaili görmez, sadece kendi isteklerine bağlı kalır. Yani zamanın ekser insanlarının hali tasvir ediliyor.

 

 

 

3-Müsbet ve menfi cemiyetlerin fıtrat üzerindeki tesirinin mukayesesi

Evet, asr-ı saadetteki cemiyette Zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı,[1] şuursuz olarak[2] herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu.[3] Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada [4] bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, "nurun alâ nur" sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. ........ şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.” S:481

 

İşte müsbet ve menfi cemiyetin verdiği neticeler, umum zamanlara teşmil edilip ibret alınmalıdır.

 

 

 

4-Ehl-i dünyanın Hz. Üstadı ve dolayısiyle de haslar dairesini mevcud cemiyete bulaştırma isteklerinden gelen ve umum zamanlara bakan bir sualleri

 

“Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin? Bizden şiddetli şekva edip "Bana zulmediyorsunuz!" diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz, kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle: Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu, bizim bir kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celbederek, hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zahir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delaletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, -şimdiki tabir ile- burjuvaların müstebidane tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avamın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için; o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvaya ve küsmeye hakkın yoktur?

Elcevab: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer. [5] Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren "müsavat-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.

İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.” L:170

 

Demek kanun-u fıtrata uymayan mevcud cemiyetin ekseriyetini normal görüp ihtilat etmek gaflet verir ve salabet-i diniyesini zamanla kaybeder.

 

Mevcud insan ekseriyetinin durumu hakkında“Otuzbirinci âyetin işaretinin beyanında,  يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَbahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki:

Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair a'za vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.[6]K:104

 

“Aziz, sıddık, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur'aniyede ciddî, hakikî arkadaşlarım!

Bu yakında hem Isparta'da, hem bu havalide Risale-i Nur'un İhlas Lem'aları intişara başladığı münasebetiyle ve bir-iki küçük hâdise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair üç nokta yazılacak:

Birincisi: Farz ve vâciblerde ve şeair-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez. İzharı riya olamaz. Meğer gayet za'f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola.[7] Belki şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi zâtlar beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve hâlistir.” K:184

 

Mevzumuz olan fıtrat meselesinin ehemmiyetli bazı kısımlarına devam ediyoruz. Okuyacağımız bu mektubta geçen “fıtraten” kelimesi her doğan çocuğun fıtrat-ı asliyesi, yani menfi şartlar dairesinde henüz bozulmamış fıtrat-ı selimesi manasını ifade eder. “Zamanın vaziyeti” tabiri ise, fıtrat-ı asliyeyi bozan fitne cemiyetini anlatır. “Küçüklüğünde” kelimesi de, 15 yaşı öncesinde, yani gençlik hisleri henüz dindar ve bid’alara bulaşmayan aile yuvasında iken demektir. “Dünyavi fenler” ifadesi dahi, şimdi mekteblerde okutulan dersler, varlıklara ve hâdiselere mana-yı ismiyle bakar ve baktırır, diye bir ikazdır. Şöyle ki:

 

“Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?

İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve vâlidesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a'maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.[8]E:41

 

 

 

5-İnsan, fıtratın kanunlarına bir merkez olduğu İşârât-ül İ’caz eserinde şöyle izah edilir

 

 “İnsan santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh insanın o kanunlara intisab ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da ancak, o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.” İ:85

“Ve keza bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah'ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir.

Ve keza heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i İlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.[9]İ:110

 

 

 

6-Hz. Âdem’in fıtraten geçirdiği tekâmül merhaleleri hakkında şu bilgi veriliyor:

 

وَ عَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَاYani: Cenab-ı Hak Âdem'i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini[10] tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin[11] tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidad ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki "vav", şu mukadder olan üç cümleye işarettir.” İ:210

 

 

 

7-Fıtrat-ı asliyeleri terbiye eden yalnız Kur’an idi- Mu:19

 

 

8-Bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat- Mu:43

 

 

Yani mimsiz medeniyet, fıtrat-ı asliyeyi bozuyor.

 

 

 

9-İnsanın fıtratı medenidir

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْع

 

Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.” H:60

 

 

 

10-Fıtrat yalan söylemez

Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.H:112

“Fıtratın Şehadeti Sadıkadır

Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,

Meyl-i nümuv der: “Ben, sünbüllenip meyvedar...” Doğru çıkar beyanı.

Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı

Ki: “Ben piliç olurum, izn-i İlahî ola.” Sadık olur lisanı.

Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad. Bürudetin zamanı

İçindeki inbisat meyli der: “Genişlen, bana lâzım fazla yer.” Bir emr-i bîemanî...

Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî

O demiri parçalar. Şu meyelanlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdanî,

Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlahî, idare-i ekvanî

Emirleri şunlardır: Birer birer meyelan, birer birer imtisal, evamir-i Rabbânî.

Vicdandaki tecelli aynen böyle cilvedir; ki incizab ve cezbe iki musaffa cânı.

İki mücellâ camdır, akseder içinde Cemal-i Lâyezalî, hem de nur-u imanî.” S:700

 

 

 

11-İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor

 

“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.[12]H:114

 

 

 

12-Hz. Üstadın hârika-i fıtratı hakkında

 

“ Ahmed Ramiz der:

323 senesi [13] zarfında idi ki; Şark'ın yalçın, sarp, âhenîn mavera-i şevahik-ı cibalinde tulû' etmiş Said Nursî isminde nevadir-i hilkatten ma'dud bir ateşpare-i zekânın İstanbul âfâkında rü'yet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mader-i hilkatin hazain-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenler, Şarkî Anadolu kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak, bir kısım adamlar ona, mecnun demişlerdi.

Said Nursî filvaki' ifrat-ı zekâ itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki; "onun ulvî ruh ve kemal-i aklına işarettir" diye bir zât şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:

Cünun başımda yanar, ateş-i maâlîdir

Cünun başımda benim bir zekâ-i âlîdir.

Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet,

Benim cünunumu bekler azîm bir niyet...[14]D:5

 

 

 

13-Hz. Üstad ciddi bir fıtrat kanunu olarak mimsiz medeniyete girmeyen bedevilerin fıtrat-ı asliyelerinin bozulmadığını şöyle ifade eder

 

“Lâkin sizler bedevi olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî milliyetine daha yakınsınız.” Mü:67

Demek mimsiz medeniyet fıtrat-ı asliyeyi bozulduğuna göre, bu medeniyetin anlayış ve yaşayışından uzak durmak gerekir.

 

 

 

14-  وَ اِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُayetinin bir sırrı

 

“Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek mi?

Hayatı varsa ruhu da vardır. [15]İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki aza, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor.

Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?...[16] Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş'et eden bir istihale-i latifesidir.

Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.” STİ:10

 

Hayat-ı umumiye, hayat-ı ezeliye mebdeinden geldiği gibi müntehası da yine hayat-ı ezeliyeye bağlıdır. Diye çok derin bir hakikata işaret ediliyor. Evet zat-ı vâcibül vücud ezel ve ebed dairesinde tecelli merhaleleri bulunduğu manasında şu ifadeler var:

 

اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ(2:6)

Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i nazmı:

Arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır. Celal ile Cemal’in sıfat-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder. Ef’al âlemine tecelli edince; tahliye تَحْلِيَهile tahliye تَخْلِيَه(tezyin ile tenzih) doğar. Âsâr ve a’mal âleminden âlem-i âhirete intiba edince; lütuf, Cennet ve nur olarak; kahr da, Cehennem ve nar olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre in’ikas edince; biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebeb olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir. Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın rahmetinden me’yus, ne de azabından emin olunsun.” İ:64

 

“Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediye’den (A.S.M.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delaletiyle teyid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُورِىolan hadîs-i şerifidir.” Ms:121

 

“Ve keza insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenab-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki nev’-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk, seyyid-ül enam Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.” Ms:186

 

“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.” S:579

 

“Şu ağacın kesretli dal ve budakları, birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatını bir meyvede toplar. Bütün manasını bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlık-ı Zülcelalinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir.”

Öyle de: Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.” S:613

 

Mezkür beyanlarda şecere-i kâinatın geçirdiği ilk ve son merhalelerin bütününün canlı filimleri âlem-i ebedîde takarrür eder.

 

“Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi... Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.” Sti:95

“Evet Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.” İ:111

 

 



[1]Yani islam üzere olan insanın fıtrat-ı asliyesi

[2]Yani haberi olmadan. Yani tahsile girişmeden

[3]Bir cemiyette çokça merak edilip alâka duyulan şeyler ne ise, onlar konuşulur ve yaşanır. Bu ise mevcud çocuklar için, en ehemmiyetli tesir vesilesidir. Çünkü gözler samimiyetle yaşanan şeair ve âdâb-ı islamiyeyi görür. Kulak dahi konuşulan islâmî meseleleri işitir. Menfi cemiyette  bid’atlar göze çarpar ve kulak füzuliyatla karşılaşır. Medresede astığım yalova kaymakamı olan levha şöyledir: medreselerde dünyevî, siyasî ve malayanî sohbetler ve lâübaliyane hareketler olmamalıdır. Bu levhaya ben dahi bakmıyorum!...Bu meselede çok hassas davranan  Zübeyir Ağabeyimizin anlattığı şu hatırası: Üzüm devşirmeye halk, bağ bozma diyorlardı. Bozma kelimesi hissiyatla şuur altı menfi tesir edeceğinden Hz. Üstad bağ bozma yerine üzüm toplama şeklinde değiştirdi. Ben de diyorum, bu hadise buna benzer ifadeler için bir nümunedir. Keza Emirdağ Lahikasının 176. sahifede: (kabuk bağlamış) (toprağa inkilab etmiş) (nebatat husule gelmiş) (hayvanat vücuda gelmiş) tabirlerinin felsefî olduğunu anlatması gibi konuşma ve anlatma tarzlarına nümunedir diye anlıyorum.

[4]İctihad, Kur’anın derin ve murad manalarını ve ahkâm-ı mesturesini anlayıp izhar etmek olduğu cihetle, bu hakikatın bir işarî manasını Risale-i Nura da teşmil edersek, müsbet şartlar dairesinde kalan Nurcu, Risale-i Nurun derin ve ince manalarını anlayabilmeye telmih eder denebilir.

[5] Çünkü, şeri’at-ı kelamiye ile şeri’at-ı tekviniyenin sahibi olan Allah, şeri’at-ı kelâmiyedeki hükümleriyle şeri’at-ı tekviniyeye mutabık kılar. Tekvini şeri’ata uygun olan hareket, muvaffakıyetin vesilesidir. Evet, Sözler mecmuasında şu izah var:

      “Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki Şer’i tecelli; vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,

      O da şer’-i tekvinî... Vasf-ı Kelâm’dan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan

      Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür,

      Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatızaferdir;

      Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de, sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.” S:725

[6]Bu cihaz, ruhun derinlerinde konulan ve ebedi hayattan başka bir şeye razı olmayan ve sahib olduğu hususiyetleri ile bilinen ve insandaki duyguların sultanı olan manevi bir cihazdır. Allah, dünya ve âhirette vereceği maddi ve manevî ni’metlere bakan ihtiyacları verdiği gibi, cennetteki ebedilik ni’metini isteyecek olan ebedilik isteği de lazımdır. Bu istek ise, ahirete ciddi müteveccih mü’minlerde gelişir. Bu asırda dünya ahirete tercih edildiğinden bu lâtife de tevehhüm-ü ebediyet hissiyle aldanıp fani dünyayı bâki zannederek o aldanan ve galat-ı hisse uğrayan ebedilik hissiyle dünyayı ebedi görüp gaye edinme gafletine düşer diye bir ikazdır.

[7] Yani insanlarda riyakârlık gibi hisler, bilkuvve bulunur. Riyakârlık yolunda yürüyen insanda bu his giderek melekeleşir ve adeta fıtrî hale gelir diye anlamak gerek. Keza “fıtraten riyakârlık” tabiri kaderin, liyakata bakan hükmüdür. Çünkü, kaderin hükmü ezelîdir. Dünyaya gelen kişinin liyakatını bilir ve ona göre muamele eder. Doğuştan olan noksanlıklar da aynı hükme göredir. Şu beyanlara dikkat gerek:

      “Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar.” M:472

       Keza, “Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.” S:463

[8]Demek fıtrat-ı asliyenin korunması çok ehemmiyetlidir.

[9] Yani Allah’ın kâinatta koyduğu fıtrat kanunlarına uymak, hayatın selametli yoludur. Şeri’attaki hükümler, insanı bu kanunlara uygun olan nizam altına alır. Şeri’ata uyan bilmiyerek fıtrî şeri’at kanunlarına uymuş olacağı bildiriliyor.

    Evet,  “Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir.” Mu:152

Yani şeri’ata uymakla fıtrat kanunlarına muvafık yaşarsa, tevfik-i ilahiyeye mazhar olur.

[10]Bilkuvve ve çekirdek mahiyetinde bulunan istidadatının ilk mertebelerini

[11] Manevî kemalatın

[12]İnsanın fıtraten mükerremliği islam üzere olan bozulmamış fıtrat-ı asliyesi itibariyledir. Bozulan insanın hakkı araması ihtimali zayıftır. Hal-i alem buna şahiddir.

[13]Rumi senesiyle 1907

[14] Ahmed Ramiz bu şiirle Hz. Üstadın fevkalade olan meziyetini ifade eder. Hz. Üstadın müceddidiyetine işaret var.

[15]Yani nebati hayat değil hayvanî hayat mertebesi itibariyle

[16]Burada anlatılan alemin hususiyetleri, ihatamızı aşan büyüklüğünden dolayı ondaki mezkür münasebatı idrak edemiyoruz.