¬v[¬&ÅI7!ö¬w´W²&ÅI7!ö¬yÁV7!ö¬v²K¬"
w[¬Q«B²K«9ö¬y¬"ö«—
«w[¬Q«W²%«!ö¬y¬A²E«.ö«—ö¬y¬7³!ö|«V«2ö«—ö¯fÅW«E8ö_«9¬G±¬[«,ö|«V«2ö•«ŸÅK7!ö«—öœ«ŸÅM7!ö«—ö«w[¬W«7@«Q²7!ö±¬Æ«*ö¬yÁV¬7öf²W«E²7«!
MEŞVERET
Bir meseleyi veya hükmü, doğru ve isabetli tesbit edebilmek için, ehli olanlar arasında görüşüp teati-i efkâr yoluyla müzakerede bulunmak manasına gelir. Şûra, istişare kelimeleri de aynı manada kullanılır. Meşveret ve şu’ra-i şer’i, dinin esasat ve müsellemat gibi kat’î ve sabit hükümlerinin haricinde ve şer’î usulüne göre yapılır. Dinin kat’î hükümlerinde meşveret, bir nevi Allah’a isyan sayılır.
Hem meşverette iyi niyet ve ihtisas ve imanî ve islamî nokta-i nazar esastır. Yani meşverete katılanlar, istişarede ele alınacak meselenin isabetli olan cihetini ve tercihi gereken maslahat-ı umumiye-i islamiyesini keşfetmek niyet ve gayretine sahib olmalıdır. Yoksa kendi maksadlarını veya bağlı olduğu şahsın veya cemaatın menfaatını tahakkuk ettirmek niyetini taşıyanlarla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı islamiyeyi bulmaktan daha çok inşikaklara sebeb olur. Böyle meşveret, meşveret-i şer’iye değildir ve ibadet mahiyetini taşımaz ve mesuliyetlidir. Din sahasında esasat ve zaruriyat denen sabit hükümler vardır. Bir de ictihadî ahk^m-ı şer’iye vardır. Bir de icraat ve tatbikat vardır. Meşveret bu üçüncü kısımda caridir. Meşveretin lüzumunu bildiren ayette iş manasına gelen ( ²h²8«! ) emr kelimesi geçmesi de manidardır.
Şimdi Risale-i Nur eserlerinden kısmen alınan parçalardan okunacak. Şöyle ki:
“Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azab içinde bıraktı. Şimdi siz, mabeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim. Fakat benim müdafaatım tâ Ankara’ya gitse ve medar-ı nazar olsa, buradaki mahkeme, kurtulması mümkün olanlar hakkında kararını vermek ihtimalini; hem şimdi bizimle uğraşan ve Abdülbâki ve Abdülhakîm ve Hacı Süleyman’ı nefyeden ve Yeşil Şemsi’yi tahliyeden sonra burada durduran adamlar, elbette Hâfız Mehmed ve Seyyid Şefik gibi salabet-i diniyeleri ile ve onların ölmüş reislerine ve suretine baş eğmemesiyle ve ilhad ve bid’alara tarafdarlıklarını göstermemesiyle beraber, serbest bırakmamak ihtimalini de; hem Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir mes’elede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirdlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlub olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddid vemütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza vemeşveretinize alınız. Sakın sakın birbirinizin kusuruna bakmayın; hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.” Ş:327
Yani böyle ağır şartlarda ve hizmetin selameti uğrunda nifak cereyanının plânlarına karşı, ferasetli olup şahsî hukuka aid meselelerde fadakârlık esas alınmalıdır diye dava adamı olmak yolu gösteriliyor.
“Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Meselâ, seninle görüşen muvakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nur’dan bir cüz’ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirdlerinin hasları, bu vazifeni her vakit yapıyorlar. Ve inşâallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevîleri, daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.” Ş:493
Yani, hizmetin fiilî icraatiyle muvazzaf olan haslar dairesi, hizmetin hareket tarzını, erkânların tavsiyelerine göre yapmaları gerekiyor diye ehemmiyetli bir sistem nazara verildi.
Bu mektubta erkânların sözü dinlenen merkez olarak gösterilmesinden anlaşılıyor ki erkân heyeti, risale-i Nurun düsturlarının derin hikmetlerini bilip ve hiç tavizsiz bağlı olup koruyan ve Hz. Üstadın hizmet tarzını temsil edebilen ve zamanın şer cereyanlarının planlarına aldanmayan ince feraset sahibi olmak gibi üstün meziyetleriyle hizmet cemaatına Nurun istkametini gösteren tam ihlaslı ve tam mütesanid bir âli heyet olması gerekiyor.
“Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zâten mabeyninizde samimî tesanüd ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevînin fikrini, o meşveretle bildirir.” K:130
“Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile re’ylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.” K:236
Hz. Üstad çok kere meselelerin en üstün derecesini, vazifesinin icabı olarak anlatır. Muhatablar bunu bilfiil yapamasada kısmen yapmağa çalışır ve fikren tamamını aynen kabul eder ve etmelidir. Aksi halde hakiki Nurcu olmanın yolu kapalı kalır diye ehemmiyetli bir manası anlaşılıyor.
“ ¬h²8«²!ö]¬4ö²v;²*¬:@«-ö«: (3:159) emriyle, kardeşlerimle bir meşverete muhtacım.
Aziz sıddık kardeşlerim!
Şimdi bir emr-i vaki’ karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeniden benim için bir hane -mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda- yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım, bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de bir-iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitablarımın tab’ına sarfederek ve ekserini meccanen millete verip, milletin malını yine millete iade ettim. Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gelmemek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat’iyye derecesinde kendime yalnız az bir parça sarfedeceğim.
İşittim ki; eğer reddetsem onlar, hususan lehimde iaşem için çalışanlar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe ediliyor.” O bedbahtlar, iktisadın hârikulâde bereketini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruşluk ekmek bana kâfi geldiğini görmemişler ki, bütün bütün asılsız bir evhama kapılıyorlar. Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek; ve bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzünden bid’alara giren ve ihlası kaybeden âlimleri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahü Anh dahi benden küsecek ihtimali var; ve Risale-i Nur’un hakikî ve safi olan ihlası beni de ihlassızlıkla ittiham etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahayyürde kaldım. Ben işittim ki; eğer kabul etmesem, beni daha ziyade sıkacaklar ve belki Risale-i Nur’un tam serbestiyetine ilişecekler. Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tekliflerine mecbur etmek için imiş. Madem hal böyledir. ¬!«*xP²E«W²7!öd[¬A#ö¬!«*:hÅN7!öÅ–¬! kaidesiyle, zaruret derecesinde olsa, inşâallah zarar vermez. Fakat ben reddettim; re’yinize havale ediyorum.” E:24
Risale-i Nur muvacehesinde ve hizmet hayatı seyrindeki bazı hadiselerden anlaşılıyor ki; siyasi merkeze sokulan cereyan, Hz. Üstadı kendilerine dost gösterip halkın bu sinsi cereyana bakışını yumuşatmak ve giderek dost durumuna getirip müfsid cereyanı unutturmakla Nurculuk cereyanının zahirî şaşasını nazara verip asliyetinden inhiraf ettirmek ta’kib ediliyor. İ.P.A.nin 3416. parağrafında bu husus kısmen izah ediliyor.
“Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. ²vZ«X²[«"ö›«*x-ö²v;h²8«!ö«: (42:38) âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki nev’-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:
¬(@«A¬Q²V¬7ö!®G²A«2ö–xU«<ö«ö¬yÁV¬7ö!®G²A«2ö«–@«6ö²w«8ö«uÅ7«H«B«<ö«ö«:ö«u±¬7«H<ö«ö²–«!
¬yÁV7!ö¬–:(ö²w¬8ö@®"@«"²*«!ö@®N²Q«"ö²vUN²Q«"ö²u«Q²D«<ö«
¬w´W²&Åh7!ö^Å[¬O«2ö^Å[¬2²hÅL7!ö^Å<±¬hE²7«!ö²v«Q«9
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız!... Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
›«*xÇL7!ö›«x²T«B²7«:ö^ÅA«EW²7!ö¬•:G«B²V«4ö‰²@«[²7!ö«Š@«2ö««:ö’²G±¬M7!ö@«[²E«[²V«4
›«GZ²7!ö«p«AÅ#!ö¬w«8ö]«V«2ö•«ŸÅ,7!«:ö›«x«Z²7!ö«p«AÅ#!ö¬w«8ö]«V«2ö•«Ÿ«W²7!«:
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…” H:60
“İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acib bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücum ile beyanatı var. O müdhiş istibdadat-ı acibeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’an’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müdhiş musibeti def’eder diye düşünüp öylece çalışmış.” K:79
Hz. Üstad burada, nifak cereyanının tecavüzünden meşveret-i şer’iyenin çare olduğunu, yani kitaba bağlı mütesanid bir heyetin bulunmasının lüzumuna dikkat çeker. Onun için şer cereyanı, sinsi yollarla cemaatı dağıtmak istiyor.
“Cumhuriyet ki, (Haşiye) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur. w[¬B«W²7!öÇ›¬x«T²7!ö«x;ö«yÁV7!öÅ–¬! hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma olacaktır.
İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis, mani’-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.
Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum. Said Nursî” D:57
Bu kısım dahi; kitabı esas almayı nazara verip mezkür hakikatı te’yid eder.
Evet, “Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima’ ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır.” D:78
Umum zamanlara bakan bu beyanlar, resmiyetle de sivilde de semavî hükümler dairesinde kuvvet kazanılacağı düsturunun esas alınmasiyle selamete erileceği beyan ediliyor.
“Risale-i Nur'un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” B:372
Yani islam dünyasının da ve dinî cemaatlerinde salahı aynı yoldan geçer diye tekraren ihtar ediliyor.
“Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?
Elcevab: Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer'î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.” H:62
Evet, şura ve meşveret, kitaba bağlılıkla olur. Kitaba bağlılık ise, sağlam cemaatın teşkiline sebebdir. Sağlam cemaat ise, hakiki selamet yoludur. Aksi halde teşettüt istila eder.
(Haşiye): O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş.