1 GİRİŞ 1
2 HAZRETİ
ÜSTAD’DAN ÖRNEK TAVIR
3 “FİİLEN,
İLTİZAMEN, İLTİHAKEN” NE DEMEKTİR?
4 SEFAHETE KARŞI
ÖLÜM HAKİKATI
5 DANS, TİYATRO VE
BALO TUZAKLARI
6 FELAK SURESİNİN
BU ZAMANA İŞARETİ
7 DİNE,
AÇIK-ŞAÇIKLIKLA YAPILAN HÜCUMLAR
8 KÖTÜ İSTİDADLARI
İNKİŞAF ETTİRMEK
9 HAKİKÎ BEDEVÎ VE
HAKİKÎ MÜRTECİLER
10 GİZLİ KOMİTENİN ANA YAPISI
11 AÇIK-SAÇIK KADIN VE KIZLARI VE RESİMLERİNİ YAYMAK
12 İKİ
AVRUPA
13 NEFİSLERİ BAŞIBOŞ BIRAKMAK
14 AİLE
HAYATINI BOZMA PLANLARI
15 NETİCE:
*SÜFYANİYETİN
MAHİYETİ
(İslâm Deccalı)
GİRİŞ
Bu derlemede nazara verilen
âhirzaman fitnesinin içtimaî, hukukî, iktisadî ve siyasî sahalardaki muhtelif ifsadatından birkaç nümunelerdir. Evet yaşanan hayat sahasında İslâmiyete aykırı düşen fakat medenî hayat diye
telkin edilen kötülüklerin ekserisi bu fitnenin eseridir. Derlemedeki bahislere ve ikazlara bu nazarla bakılmalıdır. Tâ ki fitneyi tanıyamamak gafletine düşülmesin.
Evet moda, fantaziye, asrîlik,
medenîlik ve Avrupalılaşmak gibi şa’şaalı kelimelerle hevesatı uyandırıp nazarları kendine çeken bid’alar, âhirzaman fitnesi olan Süfyaniyetin mahiyetidir. Evet âhirzaman fitnesi ile Süfyaniyet,
aynı mânâyı ifade eder. Yoksa hayalde Süfyan denen bir şahıs düşünülüp onun başlattığı bozuk hayat şeklinin Süfyaniyet olduğu bilinmezse, Süfyan hakkındaki rivayetlerin mânâ, gereği kadar
anlaşılmış olmaz. Ve kişi yaşadığı Süfyaniyet hayatının çirkinliğini vicdanında hissetmede gerileme gösterir. Evet hadîste geçen: «Deccal’ın hayatını ve işlerini beğenmeyenler onu tanıyabilir.»
(Tirmizi, Fiten 56) mealindeki ifadenin mânâ-yı muhalifinden anlaşılıyor ki, Süfyaniyetin tarz-ı hayatını beğenip yaşayanlar, onun mahiyetini gereği kadar sezip anlayamazlar ve netice olarak da
Süfyanın tuzağına düşerler.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir hadisi izah ederken aynı zamanda Süfyan’ın en mühim vasfından birini de nazara verir
ve şöyle der:
«Rivayette var ki, “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyanın eli delinecek.”
Allahu a’lem, bunun bir tevili
şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filân adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.
İşte, “Süfyan israfı teşvik
etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor; “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber
verir.» (Şualar sh: 583)
İşte bu rivayet ümmeti, mezkur Süfyaniyet hayatından, yani âhirzaman fitnesi bid’alarından uzak durmak gerektiğini
bildirir. "Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları" eserinde nakledilen iki hadîsin meali de aynen şöyledir:
«Deccal’ın çıktığını
işittiğinizde ondan firar edip kaçınız. Çünki bir adam ona gelir, onu reddetmek üzere niyetlenip yanına gelir, fakat ona tabi’ olup kalır. Çünki Deccal’la beraber kalpleri vesveselendiren çok
şeyler vardır.» (Hadis no: 808)
«Deccalın çıktığını duyduğunuzda, mümkün mertebe ona yaklaşmayın. Çünki, adam onu mü’min zannederek yanına gider,
beraberinde biraz kalır, sonra ondaki şüphelerle ona tabi‘ olup tuzağına düşer.» (Hadis no: 811)
Yani Deccal ve Deccaliyet, nifak
perdesiyle maskeli gizli din düşmanı ve cereyanıdır.
Hadiste geçen "Deccala yanaşmayın" ikazı, Deccalın şahsına yanaşmamaktan daha çok onun Süfyaniyet denen cereyanına ve
medeniyet namı altındaki yaşayış tarızına girmeyiniz demektir. Bu bahsin de esas gayesi bu hakikatı göstermektir.
Evet Süfyaniyetin esiri olan
bozuk cemiyetin moda, sosyete ve fantaziyelerine bulaştığı halde, Süfyan’a karşı olduğunu söylemekle onun şerrinden kurtulmuş olunmaz.
HAZRETİ ÜSTAD’DAN ÖRNEK TAVIR
Mimsiz medeniyet denen Süfyaniyetten uzak duran Hazreti Üstad diyor ki:
«Herbir hükûmette muhalifler
var. Âsâyişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve
Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın
icbarıyla ve desiseleriyle, fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihâne bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanunlara, düsturlara
tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o
muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.
İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun
namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz.» (Şualar sh: 394)
«Şeair-i İslâmiyenin cebren
kaldırıldığı ceberut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara
mecbur edilenlerin çokluğu zamanında, Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı kalinde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde, en küçük bir
değişiklik bile yapmamıştır. Bilâkis, “Ecel birdir, tagayyür etmez. Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura gitmek için bir terhistir” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan
ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve sünnet-i seniyeyi ihyâ eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadetin bir cilvesini yaşatmıştır.»
(Tarihçe-i Hayat sh: 694)
«Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara
benzeterek yanaşmayınız. Güya zannedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı temin edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız,
kellâ!.. Yanlış düşünüyorsunuz. Çünki mü'minler ile kâfirler arasında olan mesafe hadsizdir. Ve mabeynimizdeki dere nihayet derindir. Bu nihayet uzun mesafeyi ve şu pek derin dereyi
dolduramazsınız. Belki ya onlara iltihak edersiniz veyahut dalaletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsınız.» (Mesnevî-i Nuriye Tercüme A. Badıllı sh: 252)
“FİİLEN, İLTİZAMEN, İLTİHAKEN” NE
DEMEKTİR?
Bediüzzaman Hazretleri umumi musibetlerin, umumi hatalar sebebiyle geldiğini anlatırken diyor
ki:
«Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya
iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.» (Sözler sh: 172)
Bu parçada geçen “fiilen,
iltizamen, iltihaken” kelimelerinden birincisi olan:
“fiilen” den maksad âhirzaman fitnesini ve Süfyaniyeti düşünmeden ve alışkanlık gafletiyle bid’atkâr hayatı, medenîlik
zannedip yaşamak ve böylece bid’atın yayılmasına şuursuz yardım etmek..
“iltizamen” ifadesi ise bid’aları medenî hayat zannıyla ve heva ve hevese uyarak yaşamaktan başka fikren ve lüzumlu
görüp taraftar olmak..
“iltihaken” ise, Süfyaniyet cereyanına dahil olup orada çalışmaktır.
Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı
mes‘eleye bakan ikazlarından biri de şudur:
«Bu asrın acip bir hassasıdır.[HAŞİYE Yani, elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.]HAŞİYE Bu asırdaki ehl-i
İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona
bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına
ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.
Evet, elması bildiği halde,
yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve
hasârettir, tokata müstehak eder.
Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa
başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)
Evet «Binler Müslümanların
hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek,
elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)
SEFAHETE KARŞI ÖLÜM HAKİKATI
Âhirzaman fitnesi olan cereyan, şeairi kaldırıp mimsiz medeniyetin bid’atlarını yaymak
ister. Bunlara karşı Hazret-i Üstad şöyle hitab eder:
«Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, Müslümanları ecnebî âdetlerine ittibâ ile şeâir-i İslâmiyeyi terk etmeye
davet ettiklerinde, Kur’ân Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeâiri de
kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 219)
«Şu dalâlet-âlûd ve sefahetperver medeniyetin şakirtleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebeleri, acip ihrasat ve
pek garip tefer’unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip, desiselerle, Müslümanları, ecnebîlerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki, her şeairde nur-u İslâma bir
şuur ve bir iş’ar vardır.
Kur’ân-ı Hakîmin tilmizleri ise, bunlara mukabele edip derler ki: “Ey dalâlete dalmış gafiller! Dünyadan mevti,
insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz. Yoksa susunuz! Zira, ölüm, acz, zeval, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye, yüksek
sadalarıyla, dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.» (Nur‘un İlk Kapısı sh: 26)
Bu ifsad edici daveti Hazret-i
Üstad şöyle tasvir eder:
«Şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam, çok ziynetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu
halde geldi, karşısında durdu. Ona dedi:
“Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.”
Sual: “Ha, ha, nedir ağzında
gizli okuyorsun?”
Cevap: “Bir tılsım.”
“Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır
keyfimizi bozmayalım.”
S: “Ha, şu ellerindeki nedir?”
C: “Bir ilâç.”
“At şunu. Sağlamsın.
Neyin var? Alkış zamanıdır.”
S: “Ha, şu beş nişanlı kâğıt nedir?”
C: “Bir bilet. Bir tayınat
senedi.”
“Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım?” der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır.
Hattâ o biçare, ona biraz meyleder.
Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.
Birden, sağ cihetinden ra’d gibi
bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def edip, peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare
sende varsa, bulursan, haydi yap, göster, görelim. Sonra de, ‘Gel, keyfedelim.’ Yoksa sus, ey sersem! Ta Hızır gibi bu zat-ı semâvî dediğini desin.”» (Sözler sh: 30)
İşte bu parağrafta olan tasvirat,
âhirzaman fitnesi olan Süfyan cereyanının bir aldatma tarzıdır.
DANS, TİYATRO VE BALO
TUZAKLARI
Bin yıl İslâmî hayat yaşayan bu milleti sefehat hayatına alıştırmak kolay
olmamıştır. Zoraki balolar ve eğlencelerle müslüman aileler sefih hayata çekilmek istenmiştir. Üstad Hazretleri bu zamanın bu fitnelerine bakan bir hadîsi açıklarken şöyle
diyor:
«Rivayette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.”([ Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva:
2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.]) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra ‘min fitnetid
deccali ve min fitneti ahirizzaman’([ Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.]) vird-i ümmet olmuş.
Allahu a’lem
bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber
çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp
olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına
toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584)
Yukarıda anlatılan dans ve
tiyatro gibi günahlar, televizyon vasıtasıyla evlere girip çok geniş bir sahada âhirzaman fitnesinin bir mânâsı ve bir şekli olarak ifsadı görülüyor. Hattâ radyo ile yapılan ifsaddan Hazret-i
Üstad ikaz ederken diyor ki:
«Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır.
Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın hey’et-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına
ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.
Ezcümle müteaddid vücuhundan
radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)
Yine Hazret-i Üstad
aynı mes’eleyi te’yiden ve bilhassa o günkü tatbikatların ileri tarihlerde nasıl dehşetli neticeleri vereceğini de şöyle nazara verir.
«Evet, haricî siyaset memurları
ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve
karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp
havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip
dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 38)
Aynı mektubun sonunda deniliyor
ki:
«Hattâ çokları meraklarından, cemaati, belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam namaz vaktinde konuşan
radyoyu dinleyip, mimsiz medeniyetin sefahat ve dalâlet ve İslâma ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokatlarına ve boğuşmalarına ve geniş siyaset dâirelerine alâkadârâne
dikkat etmekle ve nefsi, zehirli ve başı sarhoş şahıslardan, radyodan ders almak, kudsî ve mühim vazifelerine de tam zarar ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 39)
Yukarıda geçen “zehirli ve başı
sarhoş şahıslardan ders almak” ifadesini izah eden şu ikaz dikkat çekicidir:
FELAK SURESİNİN BU ZAMANA İŞARETİ
«Hem meselâ ‘enneffesati fî’l ukad’ cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328),([ Miladi
1912]) eğer şeddedeki lâm sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358)([ Miladi 1942]) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının Kur’ân
lehindeki neticelerini bozmak fikriyle;
tebeddül-ü saltanat ve
Balkan ve İtalyan harpleri
ve
Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla
maddî ve mânevî şerlerini, siyasî
diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet
terakkiyatını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek ‘enneffesati fî’l ukad’ ’in tam mânasına tetâbuk eder.» (Şualar sh: 267)
Böyle Süfyaniyet
ifsadı hesabına çalışan şerli insanları dinleme ve dinletmenin akıbeti hakkında şöyle beyanlar var:
«Evet, bu zamanda merakla radyo
vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre‑i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini
dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.
Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken âmi bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken, eskiden
beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mesruriyetini gördüm.» (Kastamonu
Lâhikası sh: 37)
Yukarıdaki parçalarda bahsedilen siyasî ve geniş sahadaki Süfyaniyetin ifsadatından birer nümune olup ümmet o
ifsadata karşı ikaz edilmektedir. Hele asrımızda yaygınlaşan televizyon ve emsali neşriyat imkânları bu ifsad sahasında daha dehşetli rol oynamaktadırlar.
Yine radyo ve televizyon gibi
neşriyat vasıtalarıyla yapılan ifsadata dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bu medeniyet-i hâzıranın
harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve
sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama
sevk ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 99)
«Ey kardeş bil ki! Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her
sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve
fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.
Hem dahi o medeniyet-i habise,
beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk'ın hususî lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil
olmuştur.» (Mesnevî-i Nuriye Tercüme A. Badıllı sh: 246)
DİNE, AÇIK-ŞAÇIKLIKLA YAPILAN HÜCUMLAR
Süfyaniyetin nefse en cazib gelen ve kalbdeki imanı öldürmek gibi korkunç neticeler veren tarafı,
açık-şaçık kız ve kadınlar fitnesi olduğunu nazara veren Üstad diyor ki:
«Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan tâife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden
anlaşılıyor. Evet, nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkep bir tâife-i askeriye olarak hârika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen
öyle de:
Bu zamanda zındıka dalâleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, şeytan kumandasına verilen
fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhâne yolunu genişlettirmeye
çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.» (Gençlik Rehberi sh: 23)
Milletin ehl-i takva,
musibetzede, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fakirler ve gençler olarak altı tabaka olduğunu ve bu taifelere göre onlara uygun ders, teselli ve terbiye gerektiğini beyan eden risalelerin
çocuklara ait kısmında, âhirzaman fitnesine sebeb olan mimsiz medeniyetçilere hitaben şöyle denilmektedir:
«Dördüncü taife ki, çocuklardır.
Bunlar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir,
istidatları mes’udâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvâle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane
bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların taliminde
midir?
Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum çocukları muvakkaten
eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usul, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Madem ki o
masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, madem ki insandırlar. Elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Madem hakikat
böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı, kalblerinde iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhiret
suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o biçare masumları mânen
boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev’inden, vahşiyâne bir gadirdir, bir zulümdür. » (Mektubat sh: 421)
Yukarıdaki parçada âhirzaman
fitnesinin tesirindeki eğitim sisteminin çocuk terbiyesindeki ifsadın felaketine dikkat çekilmektedir. Bu Süfyaniyetin ifsadından ikaz bahsi şöyle devam ediyor:
«Sual: Rivayetlerde([ Deccal ile
ilgili hadis
Â]) gelmiş ki, “Deccalın bir yalancı cenneti var; kendine tâbi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tâbi olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını cennet
gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır” diye tarifat var.
Elcevap: Deccalın şahs-ı surîsi
insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan, surî, cebbârâne olan hâkimiyetine ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan‑ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevîsi
olan dinsizlik cereyan-ı azîmi pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccala ait tavsifât-ı müthişe ona işaret eder.
Bir vakit Japonya’nın
Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kalesinde tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı
mânevîsi gösterilmiş.
Amma Deccalın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyâtı ve fantaziyeleridir.» (Mektubat
sh:58)
KÖTÜ İSTİDADLARI İNKİŞAF ETTİRMEK
Şeair-i İslâmiyeye dayanan İslâm cem’iyetinde gelişme imkânı bulamayan çekirdek-misal kötü istidadları
inkişaf ettirmek için bid’atları getirerek o nefsanî istidadları fena geliştirip âhirzaman fitnesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmıştır.
«S – Neden bu kadar İ.g.z.’den
nefret ediyorsun, musalâhasını da istemiyorsun?
C – Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan
secâya-yı seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur; izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 81)
İnsanı hayvanlığa çeviren
medeniyetin beş menfi esasını beyan edip ondan uzak durulmasını bildiren Hazret-i Üstad’a şu sual soruluyor:
«”Neden şeriat şu
medeniyeti[
(*) Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaatı bulunan iyilikleridir! Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip
taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti
zîrüzeber edip öyle bir kustu ki, yer yüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u
umumîyi de temin edecek. (Müellif-i muhteremi sonradan ilâve etmiştir.)](*) reddeder?”
Dedim: “Çünkü, beş menfi esas
üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler
mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini
teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt,
ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 131)
Kur’an ve hadîste haber verilen
“mesh-i manevî” ifadesi Süfyaniyetin geniş bir sahada getirdiği felaketli bir neticedir. (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, Mesh Maddesi)
Yukarıda nazara verilen bozuk
cemiyetin en sefih derekesi, âhirzaman fitnesi olup Deccaliyet ve Süfyaniyetin eseri olur. Bu bozuk hayatı medenîlik zannederek içine girenler, Süfyaniyetin ifsadına maruz
kalırlar.
HAKİKÎ BEDEVÎ VE HAKİKÎ MÜRTECİLER
İslâmiyete sinsî düşmanlık yapan Süfyanî cereyan, ilericilik, çağdaşlık, hürriyetçilik ve vatanseverlik
gibi isim ve perdeler altında, dine hizmet etmek için faaliyet yapan cemaatlere hulûl edip aldatmak isterler.
İşte bu sebebledir ki,
Bediüzzaman Hazretleri gerçek hürriyet ve medeniyeti doğudaki aşiretlere ders veren Münazarat Risalesinde asıl muhatabları, şimdi millî ahlâkı bozmaya çalışan ve medeniyet maskesinde gizlenip
ifsad eden münafık cereyan olduğunu anlatırken diyor ki:
«Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir
hiss-i kablelvuku ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske
yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına
vuruyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 110)
Evet gizli ifsad cereyanı resmî bazı makam sahiplerini aldatarak Bediüzzaman Hazretlerinin dinî hizmetine mani olmak
için mahkemelere verdirmişlerdir.
GİZLİ KOMİTENİN ANA YAPISI
İşte müslüman milleti ifsada çalışan gizli cereyana karşı, bilhassa resmî makamda bulunanların
aldanmamalarını isteyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri mahkemeye şu ihtarda bulunur:
«Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen
muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar,
istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle,
irtidad-ı mutlakı rejim altına
almakla,
sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle,
cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun”
ismini takmakla
hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi
hesabına darbeler vuruyorlar.» (Şualar sh: 287)
Bediüzzaman Hazretleri bu gizli cereyanın sebebiyet verdiği âhirzaman fitnesinden müslümanları ikaz eden derslerini
suç diye gösteren mahkeme heyeti,
«Suçlarından diye: “Tekke ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve
lâikliğin
kabulü,
İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması,
şapka giyilmesi, tesettürün
kaldırılması,
Lâtin harflerinin huruf-u Kur’âniye yerinde cebren kabulü,
Türkçe ezan ve kamet
okunması,
mekteplerde din derslerinin kaldırılması,
kadınlara erkekler derecesinde
irsiyet ve hak tanınması ve
teaddüd‑ü zevcatın kaldırılması
gibi inkılâp hareketlerini
bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur” diye yazmışlar.
Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve
dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan
Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın
tesettür ve
irsiyet
ve
teaddüd-ü zevcat ve
zikrullah ve
ilm-i dinin dersi ve
neşri ve
şeâir‑i diniyenin muhafazası
haklarında gelen ve tevil
kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkünse ve mürûr-u zamanı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af
kanunları ve mahremiyet ve mahrem veçhini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet‑i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız.
Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.» (Şualar sh: 431)
Din, vicdan ve söz, yani tebliğ
hürriyetlerini değişmez ve dokunulmaz prensipler olduklarını ilân edip muhafaza eden hakiki hürriyet rejiminde mezkûr tarzdaki suçlamalar asla yapılamaz. Aksi halde hür rejimi ihlâl etmek
mes’uliyeti doğar.
Âhirzaman fitnesinin istinadı olan ve millî ahlâkımızı bozmaya çalışan bozuk Avrupa’nın çirkinliğini göstermekle
milleti ikaz den Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehân ile
ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu
illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!» (Lem’alar sh:
116)
AÇIK-SAÇIK KADIN VE KIZLARI VE RESİMLERİNİ
YAYMAK
Avrupa medeniyeti namı altında nefsaniyetten avlıyarak ahlâk-ı umumiyeyi ve vicdan-ı ammeyi bozmaya
çalışan ve âhirzaman fitnesini ateşlendiren ve Süfyaniyetin istinad noktası olan gizli ifsad komitesi, açık-saçık kadın ve kızları ve resimlerini her sahada yaygın hale getirip, manevî hayatı
bozmaya çalıştığını bildiren Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:
«Sanemperestliği şiddetle Kur’ân men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men
eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir
heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.
Hem Kur’ân, merhameten,
kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder—tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında, o şefkat madenleri zillet çekmesinler; âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir metâ
hükmüne geçmesinler.[HAŞİYE 2 Tesettür-ü nisvan hakk›nda Otuz Birinci Mektubun Yirmi Dördüncü Lem’as›, gayet kat’î bir surette ispat etmifltir ki, tesettür kad›nlar için f›trîdir; ref-i
tesettür f›trata münâfidir.]HAŞİYE 2 Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır.» (Sözler sh: 410)
«Meselâ, (Bakara Sûresi, 2:49
ayeti) Benî İsrail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz
olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihânede oynadıkları rolü ifade eder.» (Sözler sh: 402)
Milletimizi Avrupa hayatına
alıştırarak İslâmiyetten sinsice uzaklaştırmaya çalışan aynı cereyanın iktisadî sahadaki ifsadatından da bahseden Bediüzzaman Hazretleri şu ikazı yapar:
«Medeniyet-i garbiye-i hâzıra,
semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol
açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini
kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)
«Ey bu vatan gençleri! Frenkleri
taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit
edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında
yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.» (Lem’alar sh: 120)
İKİ AVRUPA
Avrupaya ve Avrupa hayranlarına şiddetle hitab eden Bediüzzaman Hazretleri, muhatabını ikiye
ayırdığını şöyle açıklar:
«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını
mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.» (Lem’alar sh: 115)
..diyen Bediüzzaman Hazretleri şu
ölçüyü de nazara verir:
«İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâdete
tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir. Ecnebîlerden alınan maddî bilgiler, san’at ve terakkiyata âit ise, lâzımdır. Sefahete dair ise muzırdır.» (Mesnevî-i Nuriye
sh: 115)
«Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve
hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım. ‘huz ma safa de’ma keder’ kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı
medeniyeye yardım edecek noktaları maalmemnuniye alacağız.
Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i
kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk
gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete kes ettiğimizden, muhannes gibi veya mütereccile gibi oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir,
yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.
Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz.»
(Divan-ı Harb-i Örfî sh: 70)
NEFİSLERİ BAŞIBOŞ BIRAKMAK
İşte müslüman milletimizin içine girmesi istenmeyen bu günahkâr Avrupa medenî hayatını, Süfyaniyet
cereyanı, girmesine kapı açtı ve âhirzaman fitnesi meydana geldi. Bediüzzaman Hazretleri bir hadîsi açıklarken diyor ki:
«İslâm Deccalı olan Süfyan dahi,
şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve
sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir
hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.» (Şualar sh:593)
Süfyaniyet creyanının ifsadıyla
milletin bir kısmına aşılanan Avrupa’nın sefih medeniyetinden uzak duran ve ondan uzak durulmasını ders veren Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabından bir kısmı aynen
şöyledir:
«Sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik
ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” kelimesinin Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî
ve alçak, zâlim, yerinde kullanılmış diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i
garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye
ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem
gayet tembel eyledi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 99)
AİLE HAYATINI BOZMA PLANLARI
Bilhassa şu Süfyanî ifsadın dayandığı mimsiz medeniyetin daima değiştirilip israfa sokan ve heva ve
hevesi kabartıp insanları çılgına çeviren moda ve fantaziyelerinin aile yuvasına girmekle yaptğı tahribattan ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:
«Şimdiki terbiye-i
medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir mufarakate mâruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.
Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde
denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve
arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zevcesine ittibâ eder, vazgeçirmeye
çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklit eder. Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani,
medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.
İşte, Risale-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin mânâsı budur ki: Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî
saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.» (Lem’alar sh: 202)
«Demek onlar daire-i terbiye-i
İslâmiye içinde mes’ut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin
şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.» (Lem’alar sh: 203)
Bütün bu beyan, ikaz ve dersler, gizli cerayan olup sinsice ifsad eden Süfyaniyetin, cemiyetin her sahasında görülen
ifsadata karşı yapılan ikazlardan az bir kısmıdır.
NETİCE:
Süfyan ve Deccal denilince, onların cereyanı olan Süfyaniyet ve Deccaliyet, yani mezkûr mânâdaki ifsadlar
yani moda, asrîlik, sosyete, medenîlik ve Avrupalılaşmak mânâlarıyla umumileşen günün bozuk hayatı nazara alınmalıdır. İşte o zaman bu şerlerden uzak durma anlayış ve gayretine sahip
olunabilir.
Böyle dehşetli âhirzaman fitnesinden kurtulmanın çaresi ise, Risale-i Nur eserleri olduğunu tekraren nazara veren
Bediüzzaman Hazretlerinin şu iki ders ve beyaniyle son veriyoruz. Şöyle ki:
«Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir
şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı
imaniyeyi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusâne çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada
yetişti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 55)
«Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’ân’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin
(r.a.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı Âzamın teveccüh ve tebşirine veçh-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermenin hikmeti nedir?
Elcevap: Malûmdur ki,
bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehid olan bir
adam, bir velâyet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
İşte, aynen öyle de, Risale-i
Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden
eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur’ân ona
kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın
dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet
kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve
imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i
imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikadları
cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.»
(Şualar sh: 748)