1    GİRİŞ 1

   HAZRETİ ÜSTAD’DAN ÖRNEK TAVIR 
   “FİİLEN, İLTİZAMEN, İLTİHAKEN” NE DEMEKTİR? 
   SEFAHETE KARŞI ÖLÜM HAKİKATI 
   DANS, TİYATRO VE BALO TUZAKLARI 
   FELAK SURESİNİN BU ZAMANA İŞARETİ 
   DİNE, AÇIK-ŞAÇIKLIKLA YAPILAN HÜCUMLAR 
   KÖTÜ İSTİDADLARI İNKİŞAF ETTİRMEK 
   HAKİKÎ BEDEVÎ VE HAKİKÎ MÜRTECİLER 
  10 GİZLİ KOMİTENİN ANA YAPISI 
  11  AÇIK-SAÇIK KADIN VE KIZLARI VE RESİMLERİNİ YAYMAK 
  12   İKİ AVRUPA 
  13   NEFİSLERİ BAŞIBOŞ BIRAKMAK 
  14   AİLE HAYATINI BOZMA PLANLARI 
  15   NETİCE:
  
  

*SÜFYANİYETİN MAHİYETİ


(İslâm Deccalı)
 GİRİŞ
  Bu derlemede nazara verilen âhirzaman fitnesinin iç­timaî, hukukî, iktisadî ve siyasî sahalardaki muhtelif ifsada­tından birkaç nümunelerdir. Evet yaşanan hayat sahasında İslâmiyete aykırı düşen fakat medenî hayat diye tel­kin edilen kötülüklerin ekserisi bu fitnenin eseridir. Derlemedeki bahislere ve ikazlara bu nazarla bakılmalıdır. Tâ ki fitneyi tanıyamamak gafletine düşülmesin.
  Evet moda, fantaziye, asrîlik, medenîlik ve Avrupalılaşmak gibi şa’şaalı kelimelerle hevesatı uyandırıp nazarları kendine çeken bid’alar, âhirzaman fitnesi olan Süfyaniyetin mahiyetidir. Evet âhirzaman fitnesi ile Süfyaniyet, aynı mânâyı ifade eder. Yoksa hayalde Süfyan denen bir şahıs düşünülüp onun başlattığı bozuk hayat şek­linin Süfyaniyet olduğu bilinmezse, Süfyan hakkındaki riva­yetlerin mânâ, gereği kadar anlaşılmış olmaz. Ve kişi yaşa­dığı Süfyaniyet hayatının çirkinliğini vicdanında hissetmede gerileme gösterir. Evet hadîste geçen: «Deccal’ın haya­tını ve işlerini beğenmeyenler onu tanıyabilir.» (Tirmizi, Fiten 56) mealindeki ifadenin mânâ-yı muhalifinden anlaşılıyor ki, Süfyaniyetin tarz-ı hayatını beğenip yaşayan­lar, onun mahiyetini gereği kadar sezip anlayamazlar ve ne­tice olarak da Süfyanın tuzağına düşerler. 
  Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir hadisi izah ederken aynı zamanda Süfyan’ın en mühim vasfından birini de nazara verir ve şöyle der: 
  «Rivayette var ki, “Âhirzamanın eşhas-ı mühim­mesinden olan Süfyanın eli delinecek.”
  Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filân adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.
  İşte, “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak insanların o zayıf da­marlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor; “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber verir.» (Şualar sh: 583)
  İşte bu rivayet ümmeti, mezkur Süfyaniyet hayatın­dan, yani âhirzaman fitnesi bid’alarından uzak durmak ge­rektiğini bildirir. "Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları" eserinde nakledilen iki hadîsin meali de aynen şöyledir:
  «Deccal’ın çıktığını işittiğinizde ondan firar edip kaçınız. Çünki bir adam ona gelir, onu reddetmek üzere niyetlenip yanına gelir, fakat ona tabi’ olup kalır. Çünki Deccal’la beraber kalpleri vesvese­lendiren çok şeyler vardır.» (Hadis no: 808)
  «Deccalın çıktığını duyduğunuzda, mümkün mer­tebe ona yaklaşmayın. Çünki, adam onu mü’min zannederek yanına gider, beraberinde biraz ka­lır, sonra ondaki şüphelerle ona tabi‘ olup tuza­ğına düşer.» (Hadis no: 811)
  Yani Deccal ve Deccaliyet, nifak perdesiyle mas­keli gizli din düşmanı ve cereyanıdır.
  Hadiste geçen "Deccala yanaşmayın" ikazı, Deccalın şahsına yanaşmamaktan daha çok onun Süfyaniyet denen cereyanına ve medeniyet namı altındaki yaşayış tarı­zına girmeyiniz demektir. Bu bahsin de esas gayesi bu haki­katı göstermektir.
  Evet Süfyaniyetin esiri olan bozuk cemiyetin moda, sosyete ve fantaziyelerine bulaştığı halde, Süfyan’a karşı olduğunu söylemekle onun şerrinden kurtulmuş olunmaz.
  

 

 

HAZRETİ ÜSTAD’DAN ÖRNEK TAVIR


Mimsiz medeniyet denen Süfyaniyetten uzak duran Hazreti Üstad diyor ki:
  «Herbir hükûmette muhalifler var. Âsâ­yişe iliş­memek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve be­nim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışan­lar, elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mes­leğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis et­tiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâki­yesine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icba­rıyla ve desisele­riyle, fâni ve kısacık hayat-ı dünye­viyesi için, sefi­hâne bir medeniyetin ahlâksızca­sına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vah­şiyâne kanun­lara, düsturlara tarafdar olup on­ları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün mü­dür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.
  İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı put­hane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir ku­man­danın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itiba­rıyla amel etmiyoruz.» (Şualar sh: 394)
  «Şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı cebe­rut devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî şeairden fedakârlık yapanla­rın ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmi­yete muhalif fetvalara ve bid’alara mecbur edilen­lerin çokluğu zamanında, Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, ne lisan-ı ka­linde ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çek­tiği ve idamlarla tehdit edildiği halde, en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilâkis, “Ecel bir­dir, tagayyür etmez. Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya ve âlem-i nura git­mek için bir terhistir” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve sünnet-i seniyeyi ihyâ eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşret­miş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadetin bir cil­vesini yaşatmıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 694)
  «Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız. Güya zan­nedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı temin edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız, kellâ!.. Yanlış düşünüyorsunuz. Çünki mü'minler ile kâfirler arasında olan mesafe hadsizdir. Ve ma­beynimizdeki dere nihayet derindir. Bu nihayet uzun mesafeyi ve şu pek derin dereyi dolduramazsınız. Belki ya onlara iltihak edersiniz veyahut da­laletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsı­nız.» (Mesnevî-i Nuriye Tercüme A. Badıllı sh: 252)
  

 

“FİİLEN, İLTİZAMEN, İLTİHAKEN” NE DEMEKTİR?


Bediüzzaman Hazretleri umumi musibetlerin, umumi hatalar sebebiyle geldiğini anlatırken diyor ki:
  «Umumî musibet, ekseriyetin hatasın­dan ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eş­hâsın ha­rekâtına fiilen veya iltizamen veya iltiha­ken ta­raftar olmasıyla mânen iştirak eder, musi­bet-i âmmeye sebebiyet verir.» (Sözler sh: 172)
  Bu parçada geçen “fiilen, iltizamen, iltihaken” kelimelerinden birincisi olan: 
  “fiilen” den maksad âhirzaman fitnesini ve Süfyaniyeti düşünmeden ve alışkanlık gafletiyle bid’atkâr hayatı, medenîlik zannedip yaşamak ve böylece bid’atın ya­yılmasına şuursuz yardım etmek.. 
  “iltizamen” ifadesi ise bid’aları medenî hayat zan­nıyla ve heva ve hevese uyarak yaşamaktan başka fikren ve lüzumlu görüp taraftar olmak..
  “iltihaken” ise, Süfyaniyet cereyanına dahil olup orada çalışmaktır.
  Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mes‘eleye bakan ikazlarından biri de şudur:
  «Bu asrın acip bir hassasıdır.[HAŞİYE Yani, elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.]HAŞİYE Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek hase­neyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mâ­nevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil ta­raftarla ekseriyet teşkil ede­rek, ekseriyetin hatâ­sına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müste­hakız” derler.
  Evet, elması bildiği halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, kü­çük bir ihtiyaçla veya hevesle veya ta­mâh ve ha­fif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder.
  Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vaz­geçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yok­tur, zulme şe­rik olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)
  Evet «Binler Müslümanların hayat-ı ebediye­lerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbe­tine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkâ­râne taraftar olmak ve merhametkârâne ceza­dan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir ga­dir­dir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)
  

 

SEFAHETE KARŞI ÖLÜM HAKİKATI


 Âhirzaman fitnesi olan cereyan, şeairi kaldırıp mimsiz medeniyetin bid’atlarını yaymak ister. Bunlara karşı Hazret-i Üstad şöyle hitab eder:
  «Felsefe talebesiyle medeni­yet tilmizleri, Müslümanları ecnebî âdetlerine it­tibâ ile şeâir-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettik­lerinde, Kur’ân Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dün­yadan zeval ve ölümü ve in­sandan acz ve fakrı kaldır­maya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeâ­iri de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayı­nız.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 219)
  «Şu dalâlet-âlûd ve sefahetperver medeniyetin şakirtleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebe­leri, acip ihrasat ve pek garip tefer’unlukla sarhoş ol­muşlar. Sonra gelip, desiselerle, Müslümanları, ec­nebîlerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmi­yeye teşvik ediyorlar. Halbuki, her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar vardır.
  Kur’ân-ı Hakîmin tilmizleri ise, bunlara muka­bele edip derler ki: “Ey dalâlete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldır­mak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz. Yoksa susunuz! Zira, ölüm, acz, ze­val, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye, yüksek sa­da­larıyla, dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.» (Nur‘un İlk Kapısı sh: 26)
  Bu ifsad edici daveti Hazret-i Üstad şöyle tasvir eder:
  «Şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam, çok ziynetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler be­ra­ber olduğu halde geldi, karşısında durdu. Ona dedi:
  “Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret edip key­fe­delim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkı­ları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.”
  Sual: “Ha, ha, nedir ağzında gizli okuyorsun?”
  Cevap: “Bir tılsım.”
  “Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozma­yalım.”
  S: “Ha, şu ellerindeki nedir?”
  C: “Bir ilâç.”
  “At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanı­dır.”
  S: “Ha, şu beş nişanlı kâğıt nedir?”
  C: “Bir bilet. Bir tayınat senedi.”
  “Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolcu­luk bizim nemize lâzım?” der. Herbir desise ile onu ik­naa çalışır. Hattâ o biçare, ona biraz mey­leder.
  Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa al­dandım.
  Birden, sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def edip, pe­şimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende var­sa, bulursan, haydi yap, gös­ter, görelim. Sonra de, ‘Gel, keyfedelim.’ Yoksa sus, ey sersem! Ta Hızır gibi bu zat-ı semâvî dediğini desin.”» (Sözler sh: 30)
  İşte bu parağrafta olan tasvirat, âhirzaman fit­nesi olan Süfyan cereyanının bir aldatma tarzıdır.
  

 

 

DANS, TİYATRO VE BALO TUZAKLARI


Bin yıl İslâmî hayat yaşayan bu milleti sefehat hayatına alıştırmak kolay olmamıştır. Zoraki balolar ve eğlencelerle müslüman aileler sefih hayata çekilmek istenmiştir. Üstad Hazretleri bu zamanın bu fitnelerine bakan bir hadîsi açıklarken şöyle diyor:
  «Rivayette var ki, “Fitne-i âhirza­man o ka­dar dehşetlidir ki, kimse nef­sine hâkim ol­maz.”([ Süyûtî, el-Fethü'l-Kebîr: 1:315, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li'l-Fetâva: 2:217; Ebû Abdullah Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs: 1:266.]) Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bü­tün ümmet o fitneden istiâze et­miş, azab-ı kabirden sonra ‘min fitnetid deccali ve min fitneti ahirizzaman’([ Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.]) vird-i ümmet ol­muş.
  Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp eder­ler. Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek bera­ber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzellikle­rini gös­ter­meye fıtraten çok meyyal olma­sından, seve seve o fit­neye atılır, baştan çı­kar. Ve fıtraten cemalperest er­kek­ler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarho­şâne bir sü­rurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’a­ları, birer câzibedar­lıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.» (Şualar sh: 584)
  Yukarıda anlatılan dans ve tiyatro gibi günahlar, televizyon vasıtasıyla evlere girip çok geniş bir sa­hada âhirzaman fitnesinin bir mânâsı ve bir şekli ola­rak ifsadı görülüyor. Hattâ radyo ile yapılan ifsaddan Hazret-i Üstad ikaz ederken diyor ki:
  «Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve gü­nahla­rının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair ri­vayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah iş­leyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz gü­nahlardan başka hangi günahlardır ki kâina­tın hey’et-i mecmuasına dokunur, kı­yametin kopmasına ve dünya­ları başlarına harab olma­sına sebebiyet verir, diye dü­şü­nürdüm. Şimdi bu za­manda müteaddid es­babını gör­dük.
  Ezcümle müteaddid vücuhundan rad­yomla an­la­şıldı ki: O bir tek adam bir tek ke­lime ile, bir mil­yon kebairi birden iş­ler ve milyonlarla insanı din­lettir­mekle günaha sokar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)
  Yine Hazret-i Üstad aynı mes’eleyi te’yiden ve bilhassa o günkü tatbikatların ileri tarihlerde nasıl dehşetli neticeleri vereceğini de şöyle nazara verir.
  «Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulu­nan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şah­siyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını ser­seri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri ser­seri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ih­zar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lü­zumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlet­tirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmi­yeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 38)
  Aynı mektubun sonunda deniliyor ki:
  «Hattâ çok­ları meraklarından, cemaati, belki de namazı terk eder derecede ifratla, tam namaz vaktinde konu­şan radyoyu dinleyip, mimsiz medeniyetin se­fahat ve dalâlet ve İslâma ettiği ihanet cezası olarak mütemadiyen başına gelen tokatlarına ve boğuş­malarına ve geniş siyaset dâirelerine alâ­kadârâne dikkat etmekle ve nefsi, zehirli ve başı sarhoş şa­hıslardan, radyodan ders almak, kudsî ve mühim vazifelerine de tam zarar ediyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 39)
  Yukarıda geçen “zehirli ve başı sarhoş şahıslar­dan ders almak” ifadesini izah eden şu ikaz dikkat çeki­cidir:
  

 

 

FELAK SURESİNİN BU ZAMANA İŞARETİ


«Hem meselâ ‘enneffesati fî’l ukad’ cümlesi (şeddeler sayıl­maz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328),([ Miladi 1912]) eğer şed­dedeki lâm sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358)([ Miladi 1942]) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gad­darların, hırs ve hasetle biz­deki Hürriyet inkılâ­bının Kur’ân lehindeki neticelerini bozmak fik­riyle; 
  tebeddül-ü saltanat ve 
  Balkan ve İtalyan harpleri ve 
  Birinci Harb-i Umumînin patla­masıyla 
  maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomat­ların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etme­leriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyâne mah­veden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları ta­rihine tevâfuk ederek ‘enneffesati fî’l ukad’ ’in tam mâ­nasına te­tâbuk eder.» (Şualar sh: 267)
  Böyle Süfyaniyet ifsadı hesabına çalışan şerli insanları dinleme ve dinletmenin akıbeti hakkında şöyle beyanlar var:
  «Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre‑i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.
  Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir me­rakla mütedeyyin iken âmi bir adam, biri de ilme men­subiyeti varken, eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derece­sinde bir mah­zuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mes­ruriyetini gör­düm.» (Kastamonu Lâhikası sh: 37)
  Yukarıdaki parçalarda bahsedilen siyasî ve geniş saha­daki Süfyaniyetin ifsadatından birer nümune olup ümmet o ifsadata karşı ikaz edilmektedir. Hele asrımızda yaygınlaşan televizyon ve emsali neşriyat imkânları bu ifsad sahasında daha dehşetli rol oynamaktadırlar.
  Yine radyo ve televizyon gibi neşriyat vasıtalarıyla ya­pılan ifsadata dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
  «Bu medeniyet-i hâzıranın harika­ları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali ik­tiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bıra­kıp istirahat içinde hevesatı dinle­mek meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 99)
  «Ey kardeş bil ki! Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam ga­zetelerle gü­nahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğ­retmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fan­ta­ziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir him­metin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.
  Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk'ın hususî lütfuna mazhar ol­muş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çe­tin ve müşkil olmuştur.» (Mesnevî-i Nuriye Tercüme A. Badıllı sh: 246)
  

 

 

DİNE, AÇIK-ŞAÇIKLIKLA YAPILAN HÜCUMLAR


 Süfyaniyetin nefse en cazib gelen ve kalbdeki imanı öl­dürmek gibi korkunç neticeler veren tarafı, açık-şaçık kız ve kadınlar fitnesi olduğunu nazara veren Üstad diyor ki:
  «Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan tâife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin ri­vayet­lerinden anlaşılıyor. Evet, nasılki tarihlerde, eski za­manlarda “amazonlar” namında gayet si­lâhşör kadın­lardan mürekkep bir tâife-i askeriye olarak hârika harpler yaptıkları naklediliyor. Ay­nen öyle de:
  Bu zamanda zındıka dalâleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, şey­tan kumandasına verilen fırkalardan en dehşet­lisi; yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip sal­dı­rıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhâne yo­lunu genişlettirmeye çalışarak; çokların nefislerini bir­den esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yara­lıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyor­lar.» (Gençlik Rehberi sh: 23) 
  Milletin ehl-i takva, musibetzede, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fakirler ve gençler olarak altı tabaka olduğunu ve bu taifelere göre onlara uygun ders, teselli ve terbiye gerek­tiğini beyan eden risalelerin çocuklara ait kısmında, âhir­zaman fitnesine sebeb olan mimsiz medeniyetçilere hitaben şöyle denilmektedir:
  «Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar hami­yet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mes’udâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ah­vâle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve tes­lim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müş­takane bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az ol­duğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndü­recek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların tali­minde midir?
  Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum ço­cukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i mede­niye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdi­ğiniz bu fi­rengî usul, onlara çocukçasına bir oyun­cak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Ma­dem ki o masum­lar hayatın dağdağalarına atıla­caklar, madem ki in­sandırlar. Elbette küçük kalb­lerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük ka­falarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Ma­dem hakikat böyledir; onlara şefkatin muk­tezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı, kalblerinde iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhiret su­retiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir vali­denin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoş­luğuyla, o biçare masumları mânen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev’inden, vahşi­yâne bir gadirdir, bir zulüm­dür. » (Mektubat sh: 421)
  Yukarıdaki parçada âhirzaman fitnesinin tesirin­deki eğitim sisteminin çocuk terbiyesindeki ifsadın fela­ketine dikkat çekilmektedir. Bu Süfyaniyetin ifsadından ikaz bahsi şöyle devam ediyor:
  «Sual: Rivayetlerde([ Deccal ile ilgili hadis
Â]) gelmiş ki, “Deccalın bir ya­lancı cenneti var; kendine tâbi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tâbi olma­yanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kula­ğını cennet gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu ka­dardır” diye tarifat var.
  Elcevap: Deccalın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğun­dan, surî, cebbârâne olan hâkimiyetine ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan‑ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevîsi olan dinsizlik ce­reyan-ı az­îmi pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccala ait tavsi­fât-ı müthişe ona işaret eder. 
  Bir vakit Ja­ponya’nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesa­fedeki Port Arthur Kalesinde tasvir edilmiş; o küçük Ja­pon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusu­nun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş.
  Amma Deccalın yalancı cenneti ise, medeni­ye­tin cazibedar lehviyâtı ve fantaziyeleridir.» (Mektubat sh:58)
  

 

 

KÖTÜ İSTİDADLARI İNKİŞAF ETTİRMEK 
  

 

Şeair-i İslâmiyeye dayanan İslâm cem’iyetinde gelişme imkânı bulamayan çekirdek-misal kötü istidadları inkişaf ettirmek için bid’atları getirerek o nefsanî istidadları fena geliştirip âhirzaman fitnesinin gerçekleşmesine zemin hazır­lanmıştır.
  «S – Neden bu kadar İ.g.z.’den nefret ediyorsun, musalâhasını da istemiyorsun?
  C – Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secâya-yı seyyieyi içimizde inki­şaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur; izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 81)
  İnsanı hayvanlığa çeviren medeniyetin beş menfi esa­sını beyan edip ondan uzak durulmasını bildiren Hazret-i Üstad’a şu sual soruluyor:
  «”Neden şeriat şu medeni­yeti[
(*) Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaatı bulunan iyilikleridir! Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîrüzeber edip öyle bir kustu ki, yer yüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. (Müellif-i muhteremi sonradan ilâve etmiştir.)](*) reddeder?”
  Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni te­ca­vüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe’ni te­zahum­dur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla besle­nen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indir­mektir. İnsanın mesh-i mânevîsine se­bep olmak­tır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görüle­cek gibi hayale gelir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 131)
  Kur’an ve hadîste haber verilen “mesh-i manevî” ifadesi Süfyaniyetin geniş bir sahada getirdiği felaketli bir neticedir. (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, Mesh Maddesi)
  Yukarıda nazara verilen bozuk cemiyetin en sefih de­rekesi, âhirzaman fitnesi olup Deccaliyet ve Süfyaniyetin eseri olur. Bu bozuk hayatı medenîlik zannederek içine gi­renler, Süfyaniyetin ifsadına maruz kalırlar.
  

 

 

HAKİKÎ BE­DEVÎ VE HAKİKÎ MÜRTECİLER


İslâmiyete sinsî düşmanlık yapan Süfyanî cere­yan, ilericilik, çağdaşlık, hürriyetçilik ve vatansever­lik gibi isim ve perdeler altında, dine hizmet etmek için faaliyet yapan cemaatlere hulûl edip aldatmak is­terler.
  İşte bu sebebledir ki, Bediüzzaman Hazretleri gerçek hürriyet ve medeniyeti doğudaki aşiretlere ders veren Münazarat Risalesinde asıl muhatabları, şimdi millî ahlâkı bozmaya çalışan ve medeniyet maskesinde gizlenip ifsad eden münafık cereyan olduğunu anlatırken diyor ki:
  «Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuha­tıyla dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mânevi­yeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi ar­kasında, bu zamanın medenî perdesini kendile­rine maske yapan ve vatanperverlik perdesi al­tında dinsiz ve hakikî be­devî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, on­larla konuşup başlarına vuruyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 110)
  Evet gizli ifsad cereyanı resmî bazı makam sahiplerini aldatarak Bediüzzaman Hazretlerinin dinî hizmetine mani olmak için mahkemelere verdirmişlerdir. 
  

 

 

GİZLİ KOMİTENİN ANA YAPISI


İşte müslüman milleti ifsada çalışan gizli cereyana karşı, bilhassa resmî makamda bulunanların aldanmama­larını isteyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri mahkemeye şu ihtarda bulunur:
  «Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükü­meti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul ey­leyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, 
  is­tibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâ­mı vermekle, 
  irtidad-ı mutlakı rejim altına almak­la, 
  sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, 
  cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini tak­makla 
  hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi pe­rişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyor­lar.» (Şualar sh: 287)
  Bediüzzaman Hazretleri bu gizli cereyanın sebebiyet verdiği âhirzaman fitnesinden müslümanları ikaz eden derslerini suç diye gösteren mahkeme heyeti,
  «Suçlarından diye: “Tekke ve zaviyelerin ve med­reselerin kapatılması ve 
  lâikliğin kabulü, 
  İs­lâmiyet ye­rine milliyet esaslarının konulması, 
  şap­ka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, 
  Lâtin harfle­rinin huruf-u Kur’âniye yerinde cebren kabulü, 
  Türkçe ezan ve ka­met okunması, 
  mekteplerde din derslerinin kaldırıl­ması, 
  kadınlara erkekler dere­cesinde irsiyet ve hak tanınması ve 
  tead­düd‑ü zevcatın kaldırılması 
  gibi inkı­lâp hareketle­rini bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suç­ludur” diye yazmışlar.
  Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli mil­yonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadet­lerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes ha­zinesi olan 
  Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyâ­nın 
  tesettür ve 
  irsi­yet ve 
  teaddüd-ü zevcat ve 
  zik­rullah ve 
  ilm-i dinin dersi ve neşri ve 
  şeâir‑i dini­yenin muhafazası 
  hakla­rında gelen ve tevil kal­dırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidle­rini ve umum şeyhülis­lâmları suçlu yapmak müm­künse ve mürûr-u za­manı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem veçhini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet‑i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetler­den kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapı­nız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahke­mesinde dehşetli suçlu olursunuz.» (Şualar sh: 431) 
  Din, vicdan ve söz, yani tebliğ hürriyetlerini değişmez ve dokunulmaz prensipler olduklarını ilân edip muhafaza eden hakiki hürriyet rejiminde mezkûr tarzdaki suçlamalar asla yapılamaz. Aksi halde hür rejimi ihlâl etmek mes’uli­yeti doğar.
  Âhirzaman fitnesinin istinadı olan ve millî ahlâkımızı bozmaya çalışan bozuk Avrupa’nın çirkinliğini göstermekle milleti ikaz den Bediüzzaman Hazretleri diyor:
  «Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dinin­den uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşı­yan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâç­sız bir illet­tir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hay­vânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fanta­ziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yi­yecek!» (Lem’alar sh: 116) 
  

 

 

AÇIK-SAÇIK KADIN VE KIZLARI VE RESİMLERİNİ YAYMAK


Avrupa medeniyeti namı altında nefsaniyetten avlıya­rak ahlâk-ı umumiyeyi ve vicdan-ı ammeyi bozmaya çalışan ve âhirzaman fitnesini ateşlendiren ve Süfyaniyetin istinad noktası olan gizli ifsad komitesi, açık-saçık kadın ve kızları ve resimlerini her sahada yaygın hale getirip, manevî hayatı bozmaya çalıştığını bildiren Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der:
  «Sanemperestliği şiddetle Kur’ân men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehâsi­ninden sayıp Kur’ân’a mu­âraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz su­retler, ya bir zulm-ü müte­haccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mü­tecessimdir ki, be­şeri zulme ve riyâya ve hevâya, he­vesi kamçılayıp teşvik eder.
  Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürme­tini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını em­re­der—tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında, o şef­kat ma­denleri zillet çekmesinler; âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesin­ler.[HAŞİYE 2 Tesettür-ü nisvan hakk›nda Otuz Birinci Mek­tubun Yirmi Dördüncü Lem’as›, gayet kat’î bir surette is­pat etmifltir ki, tesettür kad›nlar için f›trîdir; ref-i te­settür f›trata münâfidir.]HAŞİYE 2 Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, be­şeri de baştan çıkar­mıştır.» (Sözler sh: 410) 
  «Meselâ, (Bakara Sûresi, 2:49 ayeti) Benî İs­rail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırak­mak, bir Firavun zamanında yapılan bir ha­dise ünva­nıyla, Yahudi milletinin ekser memle­ketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katli­amları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihâ­nede oynadıkları rolü ifade eder.» (Sözler sh: 402) 
  Milletimizi Avrupa hayatına alıştırarak İslâmiyetten sinsice uzaklaştırmaya çalışan aynı cereyanın iktisadî saha­daki ifsadatından da bahseden Bediüzzaman Hazretleri şu ikazı yapar:
  «Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziya­deleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştir­meye, zulüm ve harama yol açmış.
  Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o bi­çare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve ame­lin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip öm­rünü faydasız zayi ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)
  «Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışma­yınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz ola­rak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kar­deşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ah­lâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancı­lık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyeti­nize karşı bir istihfaf­tır ve millete bir istihzâdır.» (Lem’alar sh: 120)
  

 

 

İKİ AVRUPA


 Avrupaya ve Avrupa hayranlarına şiddetle hitab eden Bediüzzaman Hazretleri, muhatabını ikiye ayırdığını şöyle açıklar:
  «Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtima­iye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkani­yete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Av­rupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabi­iye­nin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannede­rek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.» (Lem’alar sh: 115)
  ..diyen Bediüzzaman Hazretleri şu ölçüyü de nazara verir:
  «İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mü­him a’mâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâdete teca­vüz etmemekle, hukukullahı da bi­hakkın ifa et­mekten ibarettir. Ecnebîlerden alınan maddî bil­giler, san’at ve terakkiyata âit ise, lâzımdır. Sefa­hete dair ise muzırdır.» (Mesnevî-i Nuriye sh: 115)
  «Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefa­het ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, al­danmayalım. ‘huz ma safa de’ma keder’ kaidesini düstu­ru’l-amel yapalım. Şöyle ki:
  Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım ede­cek noktaları maal­memnuniye alacağız.
  Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde meha­sin-i mede­niye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o ka­dar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit su-i talih ci­hetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil meha­sin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u me­deniyete kes ettiğimizden, mu­hannes gibi veya müte­reccile gibi oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süs­lense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihim­met, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi ol­mamalı.
  Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeri­atla yasak edeceğiz.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 70)
  

 

 

 

NEFİSLERİ BA­ŞIBOŞ BIRA­KMAK


İşte müslüman milletimizin içine girmesi istenmeyen bu günahkâr Avrupa medenî hayatını, Süfyaniyet cereyanı, girmesine kapı açtı ve âhirzaman fitnesi meydana geldi. Bediüzzaman Hazretleri bir hadîsi açıklarken diyor ki:
  «İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kal­dır­mağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını boza­rak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri ba­şıboş bıra­karak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çö­zer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, bir­birine sal­dırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı is­tibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşist­liğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istib­dad­dan başka zabt altına alınamaz.» (Şualar sh:593)
  Süfyaniyet creyanının ifsadıyla milletin bir kısmına aşılanan Avrupa’nın sefih medeniyetinden uzak duran ve ondan uzak durulmasını ders veren Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabından bir kısmı aynen şöyledir:
  «Sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seya­hat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakki­yata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye ya­kındır medeni­yet-i hâzıradan “mim’siz” kelimesinin Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî ve alçak, zâlim, yerinde kullanılmış diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
  Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî ka­nun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için sey­yiatı hasenatına, hatâları, zararları, fayda­larına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dün­yeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve se­fahet; ve sa’y ve hiz­met yerine tembellik ve istira­hat meyli galebe çaldı­ğından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tem­bel eyledi.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 99)
  

 

 

 

AİLE HAYATINI BOZMA PLANLARI


Bilhassa şu Süfyanî ifsadın dayandığı mimsiz me­deniyetin daima değiştirilip israfa sokan ve heva ve hevesi kabartıp insanları çılgına çeviren moda ve fan­taziyelerinin aile yuvasına girmekle yaptğı tahribattan ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde şöyle der: 
  «Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvanca­sına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir mu­farakate mâruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozu­luyor.
  Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kay­betme­mek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin gö­rür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, sa­adet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini ka­zanır. Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zev­cesine ittibâ eder, vazgeçirmeye ça­lışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklit eder. Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine bir­birini teşvik eder.
  İşte, Risale-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin mânâsı budur ki: Bu zamanda aile hayatının ve dün­yevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriat­taki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.» (Lem’alar sh: 202) 
  «Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mes’ut bir aile ha­yatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mah­lûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komite­ler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu ser­serilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.» (Lem’alar sh: 203) 
  Bütün bu beyan, ikaz ve dersler, gizli cerayan olup sinsice ifsad eden Süfyaniyetin, cemiyetin her sahasında gö­rülen ifsadata karşı yapılan ikazlardan az bir kısmıdır.
  

 

 

 

NETİCE: 


 

Süfyan ve Deccal denilince, onların cereyanı olan Süfyaniyet ve Deccaliyet, yani mezkûr mânâdaki ifsad­lar yani moda, asrîlik, sosyete, medenîlik ve Avrupalılaşmak mânâlarıyla umumileşen günün bozuk hayatı nazara alın­malıdır. İşte o zaman bu şerlerden uzak durma anlayış ve gayretine sahip olunabilir. 
  Böyle dehşetli âhirzaman fitnesinden kurtulmanın ça­resi ise, Risale-i Nur eserleri olduğunu tekraren nazara ve­ren Bediüzzaman Hazretlerinin şu iki ders ve beyaniyle son veriyoruz. Şöyle ki:
  «Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mâ­nevî ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âle­mindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imani­ye­yi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu deh­şetli yangından kurtulmaya meyusâne çabalar­ken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 55) 
  «Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’ân’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı Âzamın te­veccüh ve tebşirine veçh-i ih­tisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmi­yet vermenin hikmeti nedir?
  Elcevap: Malûmdur ki, bazı vakit olur, bir da­kika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler ka­dar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir da­kikada şehid olan bir adam, bir velâyet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden in­cimad etmek zama­nında ve düşmanın dehşet-i hücu­munda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebi­lir.
  İşte, aynen öyle de, Risale-i Nur’a verilen ehem­miyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetin­den, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski za­mandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetin­den, hem o fitnele­rin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb et­miş ki; Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
  Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itika­dın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perde­lenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettire­cek gayet kuv­vetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuv­vetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye iti­barıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’min­lerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedik­leri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü­’minlere mânen mukavemet ve cesaret veri­yorlar.»

(Şualar sh: 748)