Tesanüd 1
Bir gaye etrafında toplanmış bir cemaatın gayelerine fayda veren yolda yardımlaşmaları ve cemaatın varlığını korumaları manasındadır. Bu tabir, Risale-i Nurdan alınan ifadelerde şöyle beyan edilir: Hakiki bir uhuvvetle ve birbinin faziletleriyle iftihar edecek bir tevazu ve davasına çok ciddi yardım gayreti ile ve birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla meydana gelen cemaatın hizmet beraberliği manasındadır. Böyle bir cemaatı meydana getiren ferdler, üstün bir dava adamı evsafına yani keyfiyet şartlarına sahib olurlarsa, çok ciddi manada mütesanid bir cemaat meydana gelir. Aksi halde müteşettit ve müteariz durum meydana gelir. Böyle durumların önlenmesi için şu nokta-i telakiye ittiba gerek:
“Sual: Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta’dil edecek çare nedir?
Cevab: Evvela müttefekun aleyh olan makasıd-ı aliyeye nazar etmektir.”Sti:83
Keza,“Şeriattan işitiyoruz ki; rey-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir.” Mü:79
“İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür.” S:705
sikke-i şer’i görür ifadesi: Yani Şeri’atın tasdik edip imzaladığı hükmü, İcma’ ile cumhur görebilir, başkalarının re’yi nazara alınmaz ve sözleri dinlenilmez demektir. Hem İslam alemini birleştiren ve tesanüdü kazandıran nokta-i telakı, bu manadaki bağlayıcı hükümlerdir. Bu yoldan gitmeyenlerin tesanüdden bahsetmeleri, aldatıcı ve gayr-ı şer’î sözler olduğu zahirdir. Yani müctehid olmayanların şeriat namına konuşmamalı kitaba bağlı kalmaları zaruridir.
Hz. Üstad diyor: “İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.
Tenasübse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı....”S:727
Tenasüb, yani birbirlerine, vazife münasebetleriyle tam bağlı manasını ifade eder. Bu dahi hizmet düstularına tam sadakatla olabilir. Çünkü Hz. Üstadın ifadesiyle:
“birtek maksad için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.” M:278
Keza, “Hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket” B:124 beyanlarında görüldüğü gibi....
Yine Hz.Üstad diyor: “Biz elimizdeki kıymetdar nimet-i İlahiyeyi tam takdir etmediğimizden tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsî bir mücahede-i maneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı veraset-i nübüvvetle velayet-i kübranın feyzine mazhar ve sahabenin sırr-ı meşrebine medar olan Risale-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’aniyemize kanaat etmeyip, menfaati şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarîkat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa hem vahdetimizi bozacaktı, hem dört elifin tesanüdüyle 1111’den 4 kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkâr ve bu gayet ağır hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenafür-ü kulûbe uğrayacaktı.” OL:681
Hz. Üstad diyor ki: “İşte bu mes’elemizde elmaslar, şişelerden; sıddık fedakârlar, mütereddid sebatsızlardan; ve hâlis muhlisler, benlik ve menfaatini bırakmayanlardan ayrılmak için bu şiddetli imtihana girmemizin iki sebebi var:
Birisi: Ehl-i dünya ve siyasetin evhamlarına dokunan kuvvetli birtesanüd ve ihlasla fevkalâde hizmet-i diniyedir; zulm-ü beşer buna baktı.
İkincisi: Herkes kendi başına bu kudsî hizmete tam ihlas ve tam tesanüd ile tam liyakat göstermediğimizden, kader dahi buna baktı. Şimdi kader-i İlahî, ayn-ı adalet içinde hakkımızda ayn-ı merhamettir ki; birbirine müştak kardeşleri bir meclise getirdi, zahmetleri ibadete ve zayiatları sadakaya çevirdi. Ve yazdıkları risaleleri her taraftan nazar-ı dikkati celbetmek ve dünyanın mal ve evlâdı ve istirahatı pek muvakkat ve geçici ve herhalde bir gün onları bırakıp toprağa girecek olmasından, onların yüzünden âhiretini zedelememek ve sabır ve tahammüle alışmak ve istikbaldeki ehl-i imana kahramanane bir nümune-i imtisal, belki imamları olmak gibi çok cihetle ayn-ı merhamettir. Fakat yalnız bir cihet var ki, beni düşündürüyor. Nasıl bir parmak yaralansa; göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar; öyle de: Bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız; yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi. Cenab-ı Hak bu gaflet halini de bir mücahede-i fikriye nev’inden kabul etmek ihtimaliyle teselli buldum.”Ş:300
“Aziz kardeşlerim! Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.” Ş:312
“Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümidlerimi ve davalarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç-dört eliflerin birleşmesi gibi üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhar eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden halet-i ruhiye, dünkü davamı isbat ediyor. Evet -temsilde hata yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: “Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.” diye kanaatım gelmiş.”Ş:317
Çünkü tesanüdü muhafaza eden, mehdiyetin zuhuruna vesile oluyor. Evet mehdiyetin fiile çıkışı halis şakirdlerin varlığı ile olur. Evet,
“Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.”Ş:320
Yani mehdiyet tarafına bağlı kalır. Süfyaniyet tarafına muhalif olur.
“Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.
وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ (8:46)
işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatın tadı kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etse, yüzonbir kıymetinde olduğu gibi.. sizin gibi üç-dört hâdim-i hak, ayrı ayrı ve taksim-ül a’mal olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.” B:124
Bu kısımlarda anlatılan derin hakikatın iyi anlaşılması gerek.
“Kardeşlerim! Sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüzhakkında nasihatıma ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale-i Nur şakirdlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında sû’-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini ittiham etsin. Belki filan talebe bize casusluk ediyor, der; tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz; gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zâten sırrımız yok, fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor; ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız. Sizin, hususan Isparta medresesindeki tesanüdünüz; hem Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, hem bu memleketin yüzünü ak etmiş. Ve her tarafta Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebeb, tesanüdünüzdür ve şevk ve gayretinizdir.”E:108
“Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeğe
veمُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmağa dair bir Nur şakirdi sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız.”
Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakikî mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emval-i uhrevî gibi herbirisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır; herbirisi küçük birer Said olur;bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur. Meselâ o emval, emval-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziatta, taksimatta yirmişer, yüzer altun düşebilir; fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binaen, herbirine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.
Yine o şakird dedi ki: “Herbir has şakirdin, senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki, o koca malı bütün birden alsın?” Ben de dedim ki: İnşâallah tesanüdün sırr-ı azîmi ile -ki, üç elifi tesanüdle yüz onbir kuvvetinde gösterdiği gibi- has şakirdlerin mabeynindeki tesanüd-ü hakikînin verdiği kuvvet, benim gibi bir bîçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlığından geri kalmayacaktır inşâallah.” E:216
Evet, has dairede tesanüd-ü hakiki olsa, o büyük manevî kuvvet ihsan olunur.
“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” E:266
“İkincisi: Gerçi has kardeşlerim herbirisi mükemmel bir Said hükmünde Nur’a sahibdirler. Fakat ihlastan sonra en büyük kuvvetimiztesanüdde bulunduğundan ve meşreblerin ihtilafıyla -hapiste olduğu gibi- bir derece tesanüd kuvveti sarsılmasıyla, hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen; bu bîçare ihtiyar hasta hayatım, tâ Lem’alar, Sözler mecmuası da çıkıncaya kadar ve korkaklık ve kıskançlık damarıyla hocaları Nurlardan ürkütmek belası def’ oluncaya kadar ve tesanüd tam muhkemleşinceye kadar, o hayatımı muhafazaya bir mecburiyet hissediyorum. Çünki uzun imtihanlarda mahkemeler, düşmanlarım; benim gizli ve mevcud kusurlarımı göremediklerinden, hıfz-ı İlahî ile bütün bütün beni çürütemediklerinden, Risale-i Nur’a galebe edemiyorlar. Fakat hayat-ı içtimaiyede çok tecrübelerle mahiyeti bilinmeyen, benim vârislerim genç Said’lerin bir kısmını Nur’un zararına iftiralarla çürütebilirler diye o telaştan bu ehemmiyetsiz hayatımı ehemmiyetle muhafazaya çalışıyorum. Hattâ yanımda bir rovelver varken, ikinci bir kuvvetli rovelver daha tedarik etmeye lüzum gördüm. Düşmanların zehirleri kardeşlerimin duasıyla kırıldıkları gibi, sair sû’-i kasdları dahi inşâallah akîm kalacaktır.” Em:14
“İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin
اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا
hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’ oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.” Em:14
İşte Risale-i Nurdan cem’edilen az bir kısım derslerin beyan ettiği tesanüdün ehemmiyeti çok ciddi bir meseledir. Evet, tesanüd, alem-i islamın kurtuluş vesilesi olan mehdiyet cereyanının kalbi ve merkezi mesabesinde olan haslar dairesindeki samimi irtibat ve itimad ve uhuvvet hislerinin varlığına bağlıdır.
Mütesanid cemaat, yani ittifak-ı hakiki, islamiyette esastır. Evet, İslamiyet, bütün Müslümanların asgari olarak gayede ve esasat-ı diniyedemüttefik olmalarını ister. Aksi halde kuvvetlerini kaybedip izzet-i islamiyeyi muhafaza edemezler ve zillete düşerler.
Kur’an وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ~«— 3:103 âyetinde esasat-ı diniye manasına gelen hablulaha sarılmak ve onda ittifak etmek emredilir. Bu esaslar, ittifak için nokta-i telakiyi teşkil ederler. Hem din dairesinde kalabilmenin zaruri esasları olduğundan bu esaslara zaruriyat-ı diniye denilir.
Evet, Mektûbatta şu kat’i beyan var:
“Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “Muhkemat” denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir vemedar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;
يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِkaidesine dâhil oluyor.”M:435
Yani, ok yaydan çıkar gibi, kişi dinden çıkmış olur. Nifak cereyanının sinsi ifsadatiyle Müslüman, hissiyatına itilerek ve esasata taalluk eden ciddi bir muhalefet de olmadığı halde şuursuzca ihtilaflara düşürtülüyor. Risalede şu ders veriliyor.
“Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakınave münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruattaki ihtilâf ı bırakmaya ve medar-ı münakaşa etmemeye mecburuz.” Ş:403
“Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var, elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.” E:204
Mevzumuzla alâkalı olarak Bediüzzaman Hz. sorulan bir sual ve cevabı:
“S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil edecek çare nedir?
C – Evvelâ: Müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir… Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa –ki zaman dahi pek çok yardım ediyor– o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.” Sti:83
“Şeriattan işitiyoruz ki: Re’y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re’y, ekseriyetin naziresidir.” Sti:79
“Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem’iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cem’iyet-i ülemaya havale etmektir.
Sâlisen: İ’lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikata “püf, üf” eden, divaneliğini ilân eder.
Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.”H:98
“Eğer denilse: “Hadiste, [1] اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌdenilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.
Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise –ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır– hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona –hâşâ– lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” M:268
“Gayet ciddî bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُsırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.” K:195
Demek şeriatın açık hükümlerine muhalefet eden veli dahi olsa makamından düşer ve mesul olur deniliyor.
Kur’an (28:4) âyetinde, Firavun’un yani firavuniyet cereyanının, yani süfyaniyetin milleti bölerek kendine bağladığı bildirilir. Hem
“Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.” M:270 (Mehaz: Risale-i NurunKudsi Kaynakları. Hadis sıra no:561)
Beyyinatın geçtiği pek çok âyetlerden birkaç not:
- Beyyinatı fâsıklardan başkası inkâr etmez. (2:99)
- Beyyinatı ketmedenler (gizliyenler) mel’un olurlar. (2:159)
- Beyyinata rağmen ahkâm-ı şer’iyeden i’raz edenleri, yani dinlemiyenlerin zecri: (2:209)
- Beyyinata rağman tefrikaya düşenler gibi olmayınız: (3:105)
Basiret hakkında bir ayet:
إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَواْ إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِّنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُواْ فَإِذَا هُم مُّبْصِرُونَ Meali: Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiği zaman, durup düşünürler de derhal kendi basiretlerine sahib olurlar. 7:201
Bu ayette,şeytandan, yani galib manasiyle müfsid münafıktan gelen aldatıcı telkinlerini basiret ferasetiyle düşünerek sezip aldanmayan hakiki mü’min tavsif ediliyor. Ayet manidar ve ibretliktir.
Netice: Esasat ve zaruriyat denilen, yani açık ve te’vil kaldırmaz sarih hükümlere bilerek muhalefet etmek yokken, hissiyat ve şahsi hukuk gibi sebeblerle ihtilaf çıkarmanın mesuliyeti çok büyük olduğu, hatta zendekaya bilmeyerek alet olma tehlikesi bulunduğu, külliyat-ı nurda tekraren ihtar edildiği malumdur. Bu asırda, kitabî ölçülerden daha çok hissî temayüller ve tarafgirlikler hükmedip etrafında cemaat toplamak bir gaye haline geldiğinden ve manevi mesuliyet hissinin çok zayıflaması gibi sebeblerle, ferdî, cemaatî ve ictimaî tedenniyata şuursuzca yol açılıyor.
[1] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:210-212.