DİYANET BASKISI İŞARAT'UL -  i'CAZ VE DEHŞETLİ ÖNSÖZÜ

 

Diyanet „İşarat-ul İ’caz“ namında bir kitab bastırdı. Üstüne Müellif olarak Bediüzzaman Said Nursi yazdı…

Lakin Kitabın bir Önsözü varki, o Önsöz Bediüzzaman Said Nursiye ait değil ..

Dolayısıyla bu „İşarat-ul İ‘caz“ değildir:

Her Nur Talebesi Diyanetin Risaleleri basmasından mutevellid iftihar eder, memnun olur.

Lakin her Nurcu UFUK yayınlarının Risale-i Nuru tağyir etmesinden mahzun ve rahatsız olduğu gibi, üzerinde Müellifi “Bediüzzaman Said Nursi” yazıp başkasının Önsözü bulunan bir  „İşarat-ul İ’caz“  ile de iftehar edemez.  

 

Şimdi diyanet ilmi bir heyet kurup kitabın kapagında bunu belirtse ve UMUM NEŞRİYAT olmadıgını hususi bir eser oldugunu ilan etse ve bu Önsözü telif eden kişileri tanıtsa zaten piyasada binlerce Üstadla ilgili kitab var orda bir yerde durur okutacak birisini bulurlarsa okuturlar...

Ama diyanet UMUM NEŞRİYATI ve İLKELERİNİ belirliyor...

Hangi hakla ? Ne Üstad Hazretleri böyle bir hakkı onlara verdi; KALEM KARIŞTIRABİLİRSİNİZ dedi; ne VARİSLERİN böyle bir hakkı var...

Bu alenen TAHRİFTİR...

 

 


 

Önsözün dehşetini gösteren birkaç örnek:


 

Sonradan telif edilen Emirdağ lahikasında (sh.89-90 bu konuda Üstad içinde bulundukları şartları şöyle değerlendirir:      

                                             

Şimdi bundan kırkbir sene evvel ve eski harb-i umumînin az evvelinde başlamış olduğu İşarat-ül İ'caz'ın ifadet-ül meramında diyor ki:

         

 

   Elhasıl: Kur'anı tefsir edene lâzım gelir ki; gayet âlî bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zât, ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki; o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in'ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer. Evet "mecmuunda bir hâssa bulunur ki, ondaki her ferdde bulunmaz" düsturuyla çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hâssaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa, o hâssa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hâssasını veriyor.

 

            İşte bu hakikate binaen böyle bir maksad için bir heyetin çıkmasına muntazır ve daima bekliyordum. O ümid, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim iken, birden hiss-i kabl-el vuku' kabîlinden kalbime bir sünuhat oldu ki: Maddî ve manevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu { (1): Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumî'den evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat'î bir tarzda "Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerredlere gıbta edecekler." diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı. Horhor'daki eski talebeleri namına Medreset-ül Vaizîn mezunlarından: Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihri, Hamza}. Ben de acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlaklık ile beraber Kur'anın nazmındaki i'cazın işaratını ve kalbimde tahattur eden nüktelerini kaydedip kaleme almak ve âyâtın bazı imanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim. Halbuki harbde acib bir vaziyette olduğumdan, tefsirlere müracaat etmek kabil olmadı. Kur'andan başka merci' yoktu. Ben de yazdım. Yazdıklarım tefsirlere muvafık geldiyse, güzel bir nimet ve bir muvaffakıyet.. yoksa mes'uliyet benim bîçare fehmime aittir.

 

 

            Aynı zamanda zelzele-i kübra mahiyetinde olan maddî Birinci Harb-i Umumî ve o zelzele-i azîmenin âhirlerinde o mezkûr heyetin yuvalarını tahrib eden manevî zelzele-i azîme meydana çıktı ki, öyle bir heyet-i âliye-i ilmiyeye ve böyle bir vazife yapmak için bütün kapılar kapandı. Ben de o noksan fehmimle eski Harb-i Umumî'de fariza-i cihadda avcı hattında ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû' eden nükteleri yazıyordum. Derelerde, dağlarda hücum ederken kaydederdim. Fakat o acib ayrı ayrı haletlerin tesiriyle çeşit çeşit olmasından tashih ve ıslah edilmesine çok ihtiyaç varken, benim kalbim tebdil ve tağyirine razı olmadı. Çünki her dakika şehid olmaya hazırlandığımız için bir niyet-i hâlise ile yazılmış ki; o halet her vakit bulunmuyor. Ben de o yazılarımı Tenzil'e bir tefsir olarak değil, belki tefsirin bazı vücuhuna bir nevi me'haz olarak ehl-i kemal olan ülema-i muhakkikînin enzarına arzediyorum. Hakikaten benim şevkim, benim tâkatimin pek fevkinde bir noktaya sevketti. Eğer ehl-i tahkik istihsan etseler, beni devama ve ileri gitmeye teşci' ve tergib ederler. Said Nursî                                                                                                                  Emirdağ Lahikası-2 ( 89 - 90 )






 

              Üstadın orijinal dili ve üslubuyla, tercüme dili ve üslubu kıyaslamak yanlış bir kıyas olur. Abdulmecid Abi bu meseleyi şöyle anlatmıştır:

 

Allah'ın avn ü inayetiyle ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi kötü yaptım; noksanları çoktur, müellifçe ıslahları lâzımdır. Zâten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa nazm-ı Kur'andaki îcazlı olan i'cazı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid'in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmaline muvaffak oldum. Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi Abdülmecid}

İşarat-ül İ'caz ( 212 )



Afyon hâdisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi, Said Nursî'den iki takım Risale-i Nur eserlerini; bir takımını Diyanet İşleri Kütübhanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ'a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi'ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı:

                 Muhterem Ahmed Hamdi Efendi!

Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tâbi' ve azimet-i şer'iyeyi bırakan fikirlerine, benim fikirlerim muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. "Neden azimeti terkedip ruhsata tâbi' oluyorlar?" diye Risale-i Nur'u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Üç-dört sene evvel kalbime size karşı tenkidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:

              "Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zâtlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı "ehven-üş şer"

              düsturuyla bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı

              ruhsatlarına ve kusurlarına inşâallah keffaret olur" diye kalbime şiddetle ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri

              yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet nazarıyla bakmağa başladım. Onun için benim bu şiddetli

              tesemmüm hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, Nurlara benim bedelime hakikî sahib ve hâmi ve muhafız olacağınızı

              düşünerek ve üç sene evvel sizin ısrarla bir takım Risale-i Nur'u istemenize binaen vermek niyet etmiştim. Şimdi hem mükemmel

              değil, hem tamamı değil, Nur şakirdlerinden üç zâtın onbeş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için, şiddetli hastalığım içinde bir

              derece tashih ettim. Bu üç zâtın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye

              vermeyecektim. Buna mukabil onun manevî fiatı üç şeydir:

             Birincisi: Siz -mümkün olduğu kadar- Diyanet Riyaseti'nin şubelerine, mümkünse eski harf, değilse yeni harf ile ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyaseti'nin şubelerine yirmi-otuz tane teksir ederek göndermektir. Çünki haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyaseti'nin vazifesidir.

             İkincisi: Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirdlerisiniz; onlar sizin hakikî malınızdır.

             Üçüncüsü: Tevafuklu Kur'anımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tab'edilsin ki, tevafuktaki lem'a-i i'caziye görünsün.

                                                                                                                      Said Nursî

Tarihçe-i Hayat ( 615 - 616 )                                                                       

           

 

Bu mektupta, bu nüshanın Ahmet Hamdi Akseki’ye verilmesinin sebebini

“Has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla”   diye ifade eder:

Bu basım hazırlanırken Üstadın has arkadaşlarından yanınızda kim vardı?

Bildiğimiz kadarıyla hazırlanıp örnek nüsha onlara verildi.                                   




Kastamonu Lahikası ( 140 )

Hem Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu' Ta'likat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları

 

hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu' "Kızıl Îcaz" namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur'la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm. Fakat çok derindir. Bugünlerde Feyzi'ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.   

 

Ta’likattan süzülen Kızıl Îcâz eski Said döneminin eseri olarak yeni Said dönemi eserleri içine girmesinin anlatırken “şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek” olduğunu söyler.

Bu sadece Kızıl İcaza ait bir tasarruftur. Kızıl icaz bütün Risale-i Nur “eserlerinin omurgası “ ifadesi, hakikati ifade etmemektedir. 


 Ittihad.com sitesinde yayinlanan bu yaziyida okuyunuz.


Risale-i nura önsöz ve dip not haşiye ekleme ve çıkarma hakkında bir hatıra.

 



 

 

Ne hakla Risale-i Nura kalem karıştırırsınız?

 

Hazret-i Üstad gibi bir dahi-yi a’zam ve hem müellifi olduğu halde risale üzerinde tasarrufa gitmiyor ve bizlere bu hususu hatırlatıyor. Size ne oluyor?

- Hem de ben sünuhat-ı kalbiyemde izahat için tahririnden gelen aczden ve tağyirinden gelen havftan dolayı tasarruf edemiyorum. Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.

 

 

«... Yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı.» (Şualar sh:98)

 

 

«O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitabların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. 

Evet tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde büyük bir ihlas ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir, çünki o zamandaki ihlas ve hulûsu şimdi bulamıyorum.(HAŞİYE)» (İşarat-ül İ’caz sh: 9)

 

 

«Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me'zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes'eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanîyi sevdikleri ve istihsan ettikleri nev'inden, bu mektub da -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu' karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.» (Mektubat sh:488)

 

 

Hazret-i Üstadın halis, fazıl bir talebesi ve birinci muhatabı olmuş Albay Hulusi Ağabey merhum, Risale-i Nur’un mükemmeliyetini anlatırken diyor ki:

Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor. Kur'ân'dan nurlar gösteriliyor.» (Barla Lahikası sh:62

 

 

Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam faik derecesinde massedebilmesi bence baîd diyebileceğim seraser nur olan eserlere, fakir gibi her hususta nısf değil hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalaa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlînin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. ... kırık dökük sözlerimden afvınızı dilerim.

 

Barla Lahikası ( 108 )

 

 

«Hazret-i Üstad hizmetkarlarının şehadetiyle Muhakemat eserini 1953’lerde Kur’an hattıyla teksiri için, katip ve naşir bir zata vermiş. Fakat o ise, daha önceleri kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen “Muhakemat” bu haliyle anlaşılmaz diyerek sadeleştirme cihetine gitmiş ve mumlu kağıtlara sadeleştirdiği şekilde geçirerek, Hazret-i Üstada göndermiştir. “Muhakemat”ın başına gelenleri gören Hazret-i Üstad, hemen o katibe başka vazifeler göstererek o şekilde neşri durdurmuştur. 

Mustafa Sungur Ağabey rivayet ediyor: O hadise üzerine Üstadımız bizleri topladı ve “Siz hakem olun”dedi. “Bakınız şurada ben şu manayı kasdetmişim; fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde “Muhakemat” olarak neşri caiz midir?” mealinde konuştu. O katib zatın sadeleştirdiği Muhakemat’ın bir iki fasikülü bizde de mevcuttur.» (Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi/A. Badıllı sh:42)

 

 

1949 larda Afyon hapsinde iken;Hazret i Üstâd tarafından ”Nurun manevi Avukatı“ diye lakablandırılan Edip, alim ve fazıl bir Nur talebesi olan merhum Ahmet Feyzi Kul Efendi, Bediüzzaman hazretlerine uzun bir mektup yazarak; Nurların herkesin anlıyacağı bir dilde tanzim edilerek umum aleme ve bütün ilim şu’belerine yayılmasının lüzumundan bahseder. Merhum Ahmet Feyzi Efendinin kendi eliyle yazdığı mektubu bizde mevcuttur. Bu mektuptan bazı bölümleri Envar neşriyatın yayınlarından “siyaset Neşriyat şerh ve izah “ kitabı 1979 baskılı ve 164.sahifesinden başlıyan bölümde kaydedilmiştir.

İşte bu uzun edibane mektuba karşı hazret i Üstâd’ın cevabı ise şöyle sudur etmiştir:

“Ceylan!:Bu mahremdir. Bak, sonra yırt !

Ben manevî bir ihtara binaen bir pusula Feyziye yazdım. Sen onu gördünmü? Sen anla ki o ne ile meşguldür.. Bir cevab vermedi. Başka lüzumsuz şeyleri yazmış. “Nurları bir mecmua ile neşredeceğiz” gibi mânâsız bir şeyler yazdı. Sakın şemsî gibi nurları tağyir etmesin.”

İşte, Hazret i Üstâd’ın bu kesin ve te’vil götürmez tavrı herhalde meseleyi daha açık aydınlatıyor.

 

 

“Biz, 1949’da Üstâdımızla birlikte Afyon hapsinde idik. Ahmet Feyzi Ağabeyde vardı . Ahmet Feyzi ağabey bir gün Üstâdımıza dedi ki:

Risale i Nur’dan Geçlik Rehberini sade bir lisanla tanzim edip neşretsek daha çok faydalı olacağını düşünüyorum.

“Buna cevaben Üstâdımız buyurmuşlardıki:”Kardeşim ,sen yapma demiyorum. Yapabilirsin, amma benim ismimi koymazsın.Çünki o takdirde o eser benim değildir.”

 

 

Karabüklü Dr. Mustafa Ramazanoğlu (Oruç) küçük bir kitap yazdı, içine Risale-i Nur’dan bazı parçalar derc eyledi. Üstad Hazretleri yanındaki talebelerine, elleriyle Ramazanoğlu’nun ifadeleri olan kısımları, üstüne kağıt yapıştırarak, Nur’a ait kısımları bıraktı.(Badilli)

 

 

Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler ülema dahi taraftar olur. Çünki onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

Emirdağ Lahikası-2 ( 25 )

 

 

Eger Diyanet EDİTİON CİRİTİC bir eser bastıysa; bu bir AKADEMİK çalışmaysa kitabın kapağınıda bunu belirtmek zorundadır; hangi kuruldur uyedir; heyettir çapları nedir; nelerden yardım aldılar; yararlandılar izah etmek zorundalar..

Sen KİTABIN KAPAGINI orjinal haliyle gösteriyorsun.

Demek sahtekarsın.