VAKIFLIĞIN EHEMMMİYETİ
Ashab-i Suffa
Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamber’in (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve halleri, dinî hizmet hayatı bakımından büyük değer taşımaktadır. Devamlı olarak Peygamberimiz’in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur’anın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve öğretirlerdi.İslâmiyet’i öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsî menfaatlarını terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar evlenmezler ve dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa’nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve kökleşmiştir. Peygamberimiz’in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mükemmel bir şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kıyamete kadar sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır.
Bu Ehl-i Suffa’nın ahvali, Kur’an-ı Kerim hizmetine ilk ve en mühim başlangıç olduğu ve herkese büyük ibret ve ders teşkil edeceği için, Sahih-i Buhari Tercemesi 7. cildinin 62 ve 63. sahifelerindeki alâkalı kısmı naklediyoruz:
«Suffa, Kamus Mütercimi’nin dediği gibi ve hepimizin bildiği veçhile, eski yerlerdeki sed, seki gibi yüksekçe eyvana (Divanhane) denir. Lisanımızda tahrifle “sofa” tabir olunur. Ehl-i Suffa buna izafe edilmiştir. Ashab-ı Suffa; aileden cüda, gaile-i dünyeviyeden azade ve bütün mânâsı ile feragatkâr bir hayata malik olan bir zümre-i mübarekenin ekseri vakitleri Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) huzurunda geçerdi. Daima Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) ahz-ı feyz ederlerdi. Taraf-ı Peygamberîden tayin buyurulan muallimler marifetiyle de kendilerine Kur’an talim edilirdi. Bunlardan yetişenler, müslüman olan kabilelere, talim-i Kur’an için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara “Kurra” denilirdi. Bu suffaya da “Dar-ul Kurra” demek en münasib bir isimdir. Nur-u Kur’anın lemhat-ül basar denilebilecek derecede az bir zaman zarfında âfak-ı âleme intişar etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzideler sayesinde müyesser olmuştur.
Mütevazi ve fakat çok feyyaz olan 400-500 raddesinde daima Kur’an ile, icabında gaza ile meşgul olan bir irfan-ı Kur’an ordusu bulunuyordu. İçlerinden teehhül (ehillesme) edenler, kadro haricine çıkardı. Fakat yenileri ile ikmal edilirdi. Burası bütün mânâsı ile leylî ve meccanî bir dar-ül ilim idi. Müdavimleri ne ticaretle, ne bir sanat ve harasetle iştigal etmezdi. Maişetleri taraf-ı Risaletpenahîden ve agniya-i ashab tarafından temin edilirdi. Bu hakikatı, Ehl-i Suffa’nın mübarek simalarından birisi olan Ebu Hüreyre (R.A.) kendisinin çok hadis rivayet ettiğinden şikayet edenlere karşı verdiği şu müskit cevabında pek güzel ifade etmiştir:
«Benim kesret-i rivayetim çok görülmesin. Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticaretleri ile, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatları ile meşgul bulundukları sırada Ebu Hüreyre, Peygamber’in (A.S.M.) mübarek nasihatlarını hıfzediyordu.» demişti.
295- Kur’an (11:27,29,30) ve (26:111-114) âyetlerinde de görüleceği gibi; mahviyetkârane ve fedakârane dine hizmet eden ve dünyevî şöhreti olmıyan fakirlere itibar etmemek ve onların Resulullah’a tebaiyetlerini ehemmiyetsiz görmek ve geri saflara itmek ve tahakkümleri altına almak istiyenlere, yani dünyevî şan ü şeref sahibi olan mütekebbirlere rağmen Kur’anda (6:52) âyeti Ashab-ı Suffa’ya ve dolayısıyla dine hizmet yolunda Ashab-ı Suffa gibi, yani hakiki keyfiyeti teşkil eden tam ihlas, sadakat, sebat, takva ve rıza-yı İlahîyi niyet etmek gibi meziyetlere sahib olup fisebîlillah dine hizmet için vakf-ı hayat edenlere ciddi ehemmiyet verdiğinden, bu âyetle alâkalı tefsirden bir kısmını aşağıda dercediyoruz. Şöyle ki:
«Müttakilere ikram ve tebşir için buyuruluyor ki (mealen): (6:52)Ve şöyle müttakileri koğma ki,sabah akşam yani her zaman Rablarına dua ve ibadet ederler ve ederken sırf onun -o Rabb-ül Âlemîn’in- cemâlini, rızasını isterler. Hulus-i niyet ile ve ancak Allah’a teveccüh ederek daima dua ve ibadet ederler. Onların hesablarından hiçbir şey sana ait değil,senin hesabından hiç bir şey de onlara ait değildir -ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları koğasın. Binaenaleyh koğma. Koğarsan zalimlerden olursun.
Rivayet olunuyor ki: Kureyş’in ileri gelenlerinden bir takımları Hz. Peygamber’e uğramışlar. Yanında Süheyb, Cenab, Bilal, Ammar, Selman ve sair fukara-i müslimîn bulunuyormuş. “Ya Muhammed! Sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından tardetsen, biz senin meclisine gelir, konuşur, belki ittiba ederiz” demişler.
Resulullah Ben mü’minleri tardetmem buyurmuş.
«O halde biz geldiğimiz vakit bunları kaldır, gittiğimiz vakit istersen yanında oturt” demişler. Hz. Ömer de “Ya Resulallah, yapsan bakalım ne olacaklar?” demiş. Sonra onlara ilhah etmişler ve bunun yazılmasını istemişler. Resulullah da yazılmak için bir sahife ile Hz. Ali’yi çağırtmış. (6:55)kadar bu sebeble nazil olmuştur. Bunun üzerine Resulullah sahifeyi atmış ve Hz. Ömer sözüne i’tizar etmiştir.
Selman ve Cenab (R.Anhüma) demişlerdir ki: “Bu âyet, bizlerin hakkında nazil oldu. Resulullah bizimle beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Sure-i Kehf’te
(18:28) (Nefsince de o kullarla beraber sabret ki sabah akşam (her vakıt) Rablarına duâ eder cemalini isterler, sen Dünya ziynetini arzu ederek onlardan gözlerini ayırma ve o kimseye itaat etme ki kalbini zikrimizden gafil bırakmışız, keyfinin ardına düşmüş ve işi haddini aşmak olmuştur)nazil oldu ve binaen aleyh biz kalkmadan kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki:
Hamdolsun Allah’a ki; ümmetimden bir kavim ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi. Hayat sizinle, memat sizinle.” ilh...» (E.T.1940-1941) (İ.A. Ehlüssuffa maddesinde; bu âyetin bazı müfessirlerce Ashab-ı Suffa hakkında nazil olduğu söylenmiştir, denilmektedir.)
İşte yukarıda görüldüğü gibi; din yolunda hiçbir karşılık beklemeden, yalnız rıza-yı İlahî için hasr-ı hayat eden Ashab-ı Suffa’ya âyetin emriyle hayat boyunca dine hizmet beraberliğini, Peygamberimiz (A.S.M.) “Hayat sizinle, memat sizinle” diyerek heyecanlı ifadesiyle müjdelemiştir. Bu müjdenin ifade ettiği derin mânâ, ciddi bir şekilde mülahaza edilmelidir.
Hem dünyevî şan ü şeref sahibi olmadıklarından mütekebbirlerce beğenilmeyen bu gibi fedakârlara, (7:49) âyeti uhrevî zafer şerefini de müjdeler. İbn-i Mace 37. kitab-üz Zühd 4. Babda ve aynı eserin 3989. hadisinde, gafillerce değerleri takdir edilmeyen fakat Allah indinde şerefli olan kimseler beyan edilir. (Bak: 3941.p.)
296- Hem ümmet içinde din için Ashab-ı Suffa gibi yaşıyanlara bir müjde-i Peygamberî (A.S.M.) da şu hadis-i şeriftir:
([1]) Meali: “Sizlere müjde ey Ashab-ı Suffa! Sizden sonraki ümmetimden sizin üzerinde olduğunuz vasıf ile (yaşadığınız evsaf ile) devam edenler ve o hale razı olanlar, kıyamet gününde benim refiklerimdirler” diyerek cihandeğer Peygamber (A.S.M.) arkadaşlığını kazanmayı müjdelemiştir. Elbette ki bu müjdeye mazhar olan din hâdimlerini seven ve himayesine çalışanlar da, bu müjdeden hissedar olurlar. Hatta Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i dahi, bu din fedailerinin beraberinde olmak sebebiyle, Cennet’e gireceği müjdelendi. (Bak: 1264.p.) Demek hak uğrunda feda-i nefs eden cemaat-ı mücahidîn ve hatta onlara mensubiyet dahi o kadar ehemmiyetli ki, Kıtmir’i dahi Cennetlik ediyor.
Mevlana Cami Hazretlerinin Farsçadan tercüme edilen şu sözü bu mevzuda ne kadar manidardır:
«Ya Resulallah! Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi, senin Sahabelerinin cemaatı içinde Cennet’e girsem ne olur!.. Onun (Kıtmir’in) Cennet’e benim Cehennem’e girmem reva mı? O Ashab-ı Kehf’in köpeği, ben ise Ashabının köpeği...” (Mezkûr tercüme, Sözler sh: 488’deki Farsça metinden yapıldı.)
İslâm hayatının ve Kur’an hakikatlarının gizli ve aşikâr düşmanlarından korunmasında, en üstün derecede gayret sahibi olan böyle mücahidîne ve fedakârlara bilerek muhalefet edenlerin veya ehemmiyetsiz görenlerin hali nice olur?
Sahih-i Müslim tercemesi 6. cild 147. hadiste de; kurra denen ve gündüz Ashab-ı Suffa’nın maişetiyle de meşgul olup gece derslerine devam eden Ensar’dan 70 fedakâr Sahabeden haber verilir.
Kur’an (59:9) âyeti Ensar’ın, Muhacirler’i Allah için sevip yardım ettiklerini beyan eder.
Ashab-ı Suffa hakkında daha pek çok rivayetler vardır. Bunların toplanması büyük yekûn teşkil edeceğinden, ansiklopediye mütenasib olacak ölçüyü nazara alarak bu kadarla iktifa ettik.
İşte Ashab-ı Suffa böyle mahrumiyetler içinde sabır ve fedakârane hizmet göstermişlerdir.
297- Burada hatıra gelebilen şöyle bir sual var:
Bu kadar ciddiyetle hizmet eden bu Suffa Cemaatı neden devam etmedi? Hem büyük bir hassasiyetle Ashab-ı Suffa’ya ihtimam gösteren Resulullah (A.S.M.) bu cemaat-ı mücahidînin devamlılığını neden teminat altına almadı?
Cevaben denir ki: Fahr-i Âlem (A.S.M.) nazar-ı Nübüvvetle görüyordu ki,bu fedakârane olan hizmet-i diniye, Âl-i Beyt silsilesinin manevi kahramanlarına intikal edecekti. Evet Âl-i Beyt ihlas, sadakat, istiğna, fedakârlık ve içtimaî gıll u gıştan azadelik gibi Ashab-ı Suffa’nın temel hususiyetlerini değiştirmeden ve bu sıfatlarla da muttasıf olarak, çok genişlemiş olan âlem-i İslâm’ın manevi hayatiyetini muhafaza yolunda çalışmışlar ve âlem-i İslâm’a merkez-i maneviye olmuşlardır. Cesed ruhsuz duramadığı gibi, cemiyet-i İslâmiye bünyesi de, manevi şahsiyetlere istinad etmezse ayakta duramaz. Bu meseleyi hakikatıyla anlamak için “Âl-i Beyt”kelimesindeki izaha bakınız.
İşte bu cemaat-ı mücahidîn-i İslâmiye olan Âl-i Beyt’in manevî şahsiyetleri,âlem-i İslâm’ın bir merkez-i manevîsi olarak asırlarca devam etmişler ve hizmet-i diniyeyi herşeyin üstünde tutarak dinin muhafazasına çalışmışlardır. Bütün âlem-i İslâm’ın tam bir itimad ve hürmetle bağlanmaları ve İslâm’ın merkez-i maneviyeleri olmaları için kader-i İlahî, Âl-i Beyt silsilesindeki manevi kahramanların ellerini, tarafgirlik ve keşmekeşliğin zemini olan siyasî saltanattan çekti ve böylece gönüllerde müessir ebedî sultanlar oldular. (Bak: 1331 ilâ 1334.p.a kadar)
En sonunda yani âhirzaman fitnesinde 1749, 1750.p.larda zikredilen hadislerin ihbarıyla, İslâm’ın ilk devrine benzer bir vaziyet olacak. Yani Muhacirîn ve Ashab-ı Suffa gurebası gibi, dine hizmet için evinden ve diyarından uzaklaşmış gariblerle ihya-i din ve cihad-ı manevî yapılacak, fitne cereyanının bozduğu Sünnet-i Nebeviye ihya edilecektir. Bu fedakârlar zümresi (cemaat-ı kalile, bak: 958/1 ve 1979.p.sonu) hizmet-i imaniyenin büyük cemaatı içinde manevî merkeziyet teşkil edecektir.
Demek 296.p.da geçen rivayetteki “Sizden sonraki ümmetimden” ifadesiyle açıkça haber verilen ve teşvik edilen Ashab-ı Suffa’nın devamı, İslâm’ın son devresinde tahakkuk eder ve ona bakar. Evet Âl-i Beyt keyfiyet şartları bakımından Ashab-ı Suffa’nın vazifesine kemâl-i ciddiyetle sahib çıkmışlardır. Fakat zahirî şekil bakımından, yani mücerredlik, hicret (kendi vatanından uzaklık, (bak: 1294/1.p.) ve dünya meşgalelerinden azadelik gibi zahirî şekil bakımından ise, İslâm’ın ilk devresi ile son devresi birbirine çok benzer.
Esasen Risale-i Nur’un haslar dairesi, Âl-i Beyt’in son halkası denilebilir. (Bak. E.72 p.son, 267 p.son ve Ş.452 p.2) Yani Ashab-ı Suffa’nın kalkmasıyla beraber vazifeleri son bulmadı. Âl-i Beyt’e intikalen devam etti. Bilhassa âhirzamanda Risale-i Nur’la aynı vazife devam ettiriliyor.
Elhasıl: Ashab-ı Suffa’nın yüklendikleri hizmet hayatı ve Ashab-ı Suffa mânâsı durmamış, mahiyeti ve hususiyetleri değişmeden Âl-i Beyt’in manevi kahramanlar silsilesine intikal ederek devam etmiştir. Kıyamete kadar dahi bu tarz hizmet-i diniye, haslar dairesi denen ehl-i hizmet ile devam edecektir.
Bu husus ..« ilh... hadis-i şerifleri ile de müeyyeddir. (Buhari 96. kitab 10. bab) Bunun aksini iddia etmek, din hizmetinde azamî fedakârlığı ve bunun hakkındaki delail ve tebşiratı inkâr mânâsına gelir. Hatta Bediüzzaman Hazretlerinin vasiyetnamelerinde, hassaten ve ehemmiyetle din hizmetine hayatını vakfedenlerin devamlılığı üzerinde durulur. (Bak: Vakf-ı Hayat)
BEKÂR
Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. *Taşralı olup, büyük bir şehirde ailesiz yaşayan adam. (Bak: Ahmed-i Bedevî, Ashab-ı Suffa, Bayezid-i Bistamî, Nikah, Rabia-yı Adeviye, Taaddüd-ü Zevcat, Vakf-ı Hayat)
Bekârlık, dinin gösterdiği şartlar ve dine uygun maksad için meşruiyet kazanabilir. Yoksa bir aileye bağlanmaktansa, her türlü günahlar içinde serbestlik kazanmak için bekâr kalmak düşüncesi bâtıldır.
Hadis kitablarının Kitab-ün Nikâh kısmının evlenmeyi tergib eden bablarında, evlenme şartlarına sahip olan kimselerin evlenmelerini ve evlenme şartlarına sahip olmayanların da oruç tutmalarını tavsiye eden ve çoğu birbirinin aynı olan üç-beş kadar hadis vardır.
Ezcümle: Buhari 67. Kitab-ün Nikâh l. bab; Müslim Kitab-ün Nikâh l. bab; İbn-i Mace Kitab-ün Nikâh l. babı örnek verilebilir. Kitab-ün Nikâh’ın diğer pek çok olan babları ise, nikâhın şer’î ahkâmını beyan ederler ve şeriat kitablarında bunların amelî şekli gösterilir.
Nikâhın yani evlenmek meselesinin hükmü hakkında imamlar ve büyük İslâm âlimlerinin hayli izahları vardır.
Nikâhta, umumiyet itibariyle iki cihet, yani cemiyet ve ferdin durumu nazara alınmıştır ve alınmalıdır. İslâmî hayatın yaşandığı, fitnelerin bulunmadığı ve kazançların helâl olduğu, gizli ve âşikâr din düşmanlarının güçsüz bırakıldığı kuvvetli İslâm cemiyetlerinde nikâh istihsan edilirken; fitneye düşmüş, helâl kazanç zorlaşmış, ahlâksızlık ve günahlar umumileşmiş, dinin muhafazasına fedakârane çalışmak en büyük vazife haline gelmiş olan cemiyetlerde ise, nikâh yani evliliğe teşvik görülmemektedir. Ezcümle:
41l/1- Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis mealen şöyledir:
“Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer, (dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile meşgul ettirmez.” Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonra içindir. Çünkü “200 senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü hafif olanınızdır” mealinde de hadis vardır. Bu hadis ile, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin (sünnete bağlı ve keyfiyetli) çokluğunuzla(Bak: 1974.p.) iftihar edeceğim” mealindeki hadis arasında zıddiyet yoktur.” (Levami-ul Ukul Şerhi, ci: l, sh: 173)
Nitekim bu husus, bir önceki pragrafta bir nebze izah edilmiştir. Mezkûr hadis; Keşf-ül Hafa hadis: 185 ve R.E. ci: l, sh: 25’de de geçer. Aynı eserin aynı sahifedeki diğer iki hadis meâli de şöyledir: “Allah bir kulu sevdiğinde, onu dünyadan korur.” “Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapar, âhiret işlerini ise açar.”
Bir rivayette de: Kişinin hamiyeti dünya olursa, meşgalelerinin artırılacağı, âhiret olursa, azaltılacağı haber verilir. (R.E.104)
Bediüzzaman Hazretleri de bu mânâyı te’yiden şöyle der:
«Hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.» (L.42)
«Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir.» (M.278)
«... Evet, Cenâb-ı Hak (C.C.) bir abdini severse, dünyanın süs ve zinetlerini ona sevdirmez. Belki bela ve musibetlerle ona kerih gösterir.» (M.Nu. 193)
412- Şafiî fıkhına ait Büceyrimî adlı kitabda şu hükümler var:
«Öyle bir zaman gelecek ki; maişet o zamanda ancak günah işlemekle elde edilebilir. İşte o zaman bekârlık helâl olur.» (Hadis meali)
“Ümmetim üzerine 180 sene geçtikten sonra bekârlık, uzlet ve dağların başına çıkıp ibadetle meşgul olmak helâl olur.” (Hadis meali)
“İkiyüz yılından sonra sizin hayırlınız her “hafif-i haz”dır. Denildi ki: “Yani Resulallah hafif-il haz nedir?” Buyurdu ki: Ailesi ve çocuğu olmayandır.” ([2])
Yani: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, o zamanki halkın efdali “hafif-ül haz” olanıdır. Denildi ki: “Ya Resulallah hafif-ül haz nedir?” Buyurdu ki: Çoluk çocuğu az olanlardır.” ([3])
Diğer bir rivayette:
Yani: “Aile efradının azlığı, iki zenginlikten biridir” diye buyurulur. (H.G. hadis:261 ve K.H. hadis:1888)
413- Bekârlık hakkında Ebu Süleyman Daranî Hazretleri şöyle diyor:
«Bir kimse evlenirse, dünyaya döner. Evlenen hiçbir hak yolcusunu, ilk halinde kalır bulamadım. Kendini Peygamber (A.S.M.) Efendimizle kıyas edemiyeceğini de bilmelisin. Böyle bir hataya düşersen, yolunu kaybedersin. Peygamber (A.S.M.) Efendimiz hakkında (53:17) مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Göz, ne şaştı ne aştı” (mealen) buyurulur. Bu sebeble onu ne dünya, ne de içindekiler meşgul eder. Onu Allah’dan gafil kılacak hiçbir sebeb yoktur. Amma sen böyle değilsin. Şehevî hislere kapılacağın zaman oruç tut, aç kal, susuz kal, pek de uyuma, ayık ol.» (Mürşid-ül Emin, İmam-ı Gazalî ci: 2, Rahmet Yayınları- 1965 İst.)
Hanbelî Mezhebi de: «Zaruret hali olmadıkça dâr-ı harbde evlenmek haram olur. Kişi eğer esir ise, hiçbir surette ve hiçbir halde evlenmesi mübah olmaz.» (D.M.İ.F. ci: 5, sh: 2050)
Evlilikle alâkalı olarak, Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual:
«Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.
Gelen cevab: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla, dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebakisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.» (K.L.265)
414- Esasen iyi düşünen insanlar bilirler ki; cemiyetin fertler üzerindeki tesirinden azade kalmak, ancak çok az ve müstesna şahsiyetlere müyesser olur. Halkın ekseriyeti, mevcud cemiyetin muhtelif derecelerde tesirinde kalırlar. Hele bozuk bir cemiyetin içinde doğup büyüyen ve faziletli İslâmî bir cemiyeti görmediklerinden mukayese imkânını bulamıyanların çoğu, ne kendilerinin ve ne de cemiyetin normal olmayan durumunun farkında olamamaları, daha çok düşündürücü bir keyfiyet olsa gerektir.
Bu hakikatı gören İmam ve Müceddidler, ümmeti bozuk cemiyetlerin tesirinden ikaz etmeye çalışmışlardır.
415- İşte bugünkü cemiyetin mahiyetini bütün cepheleriyle bilen ve buna göre gereken tercihi yapmış olan Bediüzzaman Hazretlerine, hariç memlekette mühim yerlerde ceridelerle sorulan “Neden sünnet-i seniyeye muhalif olarak mücerred kaldın?” sualine verdiği cevabında şöyle diyor:
«Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındıka hücumu karşısında her şeyini feda edecek hakiki fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur’an-ı Hakim’in hakikatına; değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcelerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki; ihlâs-ı hakikî ile hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî’den başka hiçbir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu.
416- Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp ezan-ı Muhammedîyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı azamî fedakârlık ve azamî sebat ve metanet ve herşeyden istiğna etmek lüzumu karşısında, ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki, tâ çok haramlara girmiyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapabileyim. Bir sünnet yüzünden, yüz günaha girilmez. Çünki o kırk sene zarfında birtek sünneti yerine getiren bazı hocalar, on kebaire ve haramlara girmeye bir kısım sünnet ve farzları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler. (Bak: 990.p.)
417- Saniyen: Âyet-i Kerime’de (4:3)فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْve Hadis-i Şeriftekiتَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا([4]) gibi emirler, emr-i daimî ve vücubî değildirler.
Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır. Hem de herkes için her vakit değildir.
Hem deلاَ رُهْبَانِيَّةَ فِى اْلاِسْلاَمِ“Ruhbaniyet İslâm’da yoktur” ([5]) mânâsı, “Ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsızdır, haramdır” demek değildir. Belkiخَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ([6]) hadisinin sırrıyla, hayat-ı içtimaiyeye hizmet etmek için içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa selef-i salihînden binler ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakkaten girmişler. Dünyanın fani müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler. Ta ki, hayat-ı ebediyelerine hizmet etsinler.
Madem şahsî ve hususî kemâlat-ı bakiyesi için dünyayı terk edenler, selef-i salihînden çok var. Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak, çok biçarelerin saadet-i bakiyeleri için ve dalâlete düşmemeleri ve imanlarını takviye edip kurtarmaları için ve o hakikat-ı Kur’aniye ve imaniyeye tam hizmet etmek ve hariçten gelen, dahilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için zail ve fani dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil, belki hakikat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddık-ı Ekber’in “Cehennem’de vücudum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın” diye fedakârlıkta azamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, biçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.» (H.R.25)
417/1- Bu tecerrüd hali Bediüzzaman’a has kalmamıştır. Asrımızdaki gibi dehşetli fitnenin istilası karşısında bulunmayan geçmiş asırlardaki pek çok veli zatlar ve şahsiyetler, dine ve ilme hizmet gayesiyle, hatta şahsî kemâlat kazanmak için dahi bekâr kalmışlardır. Ezcümle:
Hadis ve fıkıh imamlarından meşhur Nevevî (Muhyiddin Ebu Zekeriya Yahya bin Şeref Hazretleri Mi. 1233-1277) ki; «Şam’ın ünlü medresesi Eşrefiye’de müderrisliğe davet edildi. Yeni ölmüş bulunan meşhur Ebu Şamme’nin yerine Dar-ül Hadis’te hadis okutacaktı. Ders yıllarında sağlığı bozulmuş olmasına rağmen son derece kanaatkâr bir hayat yaşıyarak, evlenmeden ve maaş almadan kendisini ilim ve tedris mesleğine vakfetti.» (Yeni Türk Ansiklopedisi’nden)
Hem meselâ İmam-ı Gazali (R.A.) İhya-i Ulum’unda, Ebu Süleyman Daranî, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî Hazeratı gibi büyük velilerin bekâr kaldıklarını kaydeder. Hele Aktab-ı Erbaadan meşhur Ahmed-i Bedevi de dahil olmak üzere Bayezid-i Bistamî ve Ebu Muhammed Murtatış gibi pek çok büyük ve meşhur veliler evlenmemişlerdir. Hatta İsa (A.S.) ve Yahya (A.S.) gibi peygamberlerden dahi bekâr yaşıyanlar olmuştur. (Bak: 3982. p.sonu)
Evet “Ülema-i Uzzab” namındaki bir eserde de, ilmi evlenmeye tercih eden bekâr âlimlerden bir kısmı hakkında izahat vardır. Biz ihtisaren aşağıya alıyoruz: (*)
l- Abdullah b. Ebi Necih el-Mekkî: Tebe-i Tabiîndendir. Güvenilir Tefsir âlimlerinden olup, fasih bir konuşmaya ve güzel bir yüze sahibdi. Evlenmeyerek hayatını ilme vakfetti. Hicri 131’de vefat etti.
2- Ebu Abdurrahman Yunus b. Habib-ul Basrî (Hi. 90-182): Nahiv üzerine çalışarak bu konuda ve mezhebler mevzuunda eserler verdi. Basra’da etrafına topladığı ilim halkasından nice edibler, nice fusaha-i Arab çıkmıştır.
3- El-Cu’fî (Hi. l19-203): Şeyhülislâmlığının yanısıra hâfızlık, zahidlikle beraber örnek davranışları bulunan bir şahsiyettir. Haccac b. Hamza onun hakkında şöyle der: Ben Hüseyin El-Cu’fî’yi gülerken hatta tebessüm ederken aslâ görmedim ve ondan dünya ile alâkalı bir söz işitmedim.
4- Ebu Nasr Bişr b. el-Haris b. Abdurrahman el- Mervezî: Bu zat “Bişr-il Hafi” ismiyle meşhur olmuştur. Hayatı boyunca ilimle meşgul olan bu zat, özellikle hadis ilmi üzerinde durmuştur. Sonraları ise kendisini sadece ibadete vermiş. Zühd, takva, ibadet ve vera’da adeta alemleşmiştir. İmam-ı Ahmed onun hakkında şunları söylüyor: “Bişr ibadetten, zühdden, vera’dan ve yüce faziletlerden üzerine düşeni yapmada zorlanmaz. Çünki o tek başınadır. Onun ailesi yoktur. Kendi başına hayatın yükünü taşımaktadır. Evlenmeden vefat etmiştir. Ancak kendi gibi birisini bırakmamıştır.
5- Hennad b. es-Serrî: Zehebî’nin “Tezkirat-ül Huffaz” kitabında ona dair şu malumatlar bulunur: “Hâfız, örnek, zâhid ve müttaki bir şahıstır. Muhaddistir.” En-Nişaburî de onu şöyle anlatıyor: “Hennad çok ağlıyordu, çok da Kur’an okuyordu. Asla evlenmedi ve buna teşebbüs de etmedi.”
6-. Et-Taberî: Müçtehid imamlardandır. Hüccet, müfessir, muhaddis, fakih, usulcü, lügat âlimi, nahivci, edib, şair, muhakkik, müellif ve muallimdir. Amul beldesinde doğdu. 7 yaşındayken Kur’anı hıfzetti. 9 yaşındayken hadis yazmaya başladı. 12 yaşına girdiğinde ilim yolculuklarına çıkmış, memleketinden ayrılmıştı. Bütün İslâm âlemini bu aşk ve şevkle dolaştı. Horasan, Irak, Şam ve Mısır beldelerini gördü. Sonra Bağdad’a yerleşti. Henüz genç yaştayken ilmî yönden imamet aldı.
Taberî Hi. 310 yılında bekâr olarak vefat etmiştir. Geride ne zevce ne de evlad ü iyal bıraktı. Sadece pahasız bir ilim ve kıymeti takdir edilemiyecek bir çok eser bıraktı.
7- El-Enbarî: Nahivci, müfessir, edib, ravi, hâfız-ul Kur’an sıfatlarıyla maruftur. Hi. 271’de doğmuş, 328’de vefat etmiştir. Bu büyük âlim, hayatı boyunca güzel yemekler yemekten hep kaçmıştır. İlminden alıkoyma endişesiyle kadınlara aslâ alâka duymamıştır. Hıfzetme yönü çok kuvvetliydi. Buna müvazi olarak da ilmi derindi. Kendinden sonra gelecek bir nesil ve zürriyet yerine, otuzdan fazla pek kıymetdar te’lifatı bırakmayı tercih etmiştir ki, bu eserleri toplam beşyüz bin yapraktan müteşekkildir.
8- Ebu Ali el-Farisî (Hi. 288-377): Fars beldesinden Fesa şehrinde dünyaya geldi. İlim tahsiline başladığı yıllarda Bağdad’a giderek orada yerleşti. Daha sonra oradan da ayrılarak, diyar diyar dolaşmaya başladı. Hi. 348’de Şiraz’a yerleşti. Gezip dolaştığı yerlerde hep soru yağmuruna ve imtihana tabi tutuldu. Bereketli bir ömür geçiren Ebu Ali, ilme ve ilim ehline hizmeti kendine şiar edindi. Ömrü boyunca evlenmedi. Zürriyet ve nesil olarak sadece kitablar, tasnifat ve bunlara dercettiği ilmi bıraktı.
9- Ebu Nasr es-Siczî: Hadis imamı olarak yaşadığı asırda dikkatleri çekmiştir. Haremeyn’e ve Mısır’a gitmiş, buralarda te’lifatta bulunmuştur. Bir çok talebe yetiştirmiştir. Ömrü boyunca evlenmeyip ilim tahsiline çalışan değerli âlimlerdendir.
10- Ebu Sa’d es-Semmanurrazî: Basra’lıdır. Zahid ve âlim sıfatlarını haizdir. Hi. 371’de doğmuş, 445’te vefat etmiştir. Müfessirdir. Doğudan batıya birçok ülkeyi gezmiştir. Bir çok âlim ve şeyhten ders almıştır. 74. yaşında hiç evlenmeyerek ömrünü tamamlamıştır.
ll- İbn-ül Mübarek b. Ahmed el-Bağdadî (Hi.462-538): Es-Sem’anî onun çok sağlam bir hâfız ve ravi olduğunu söyler.
12- Ebu-l Kasım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî: “Harezm Beldesinin Fahri” lakabıyla da bilinir. Hi. 467 yılında doğmuş, 538’de vefat etmiştir. Horasan’a gelmiş, buradan Bağdad’a bir çok defa geçmiş, büyük ülemalarla görüşüp onlardan ilim almıştır. Lügat, nahiv ebediyat ilmini Harezm’de tahsil etmiştir. Kendine bir çok övücü lakablar takılmış, sözler söylenmiştir.
Evlilikten uzak duruşundaki mazeretini, babalarına isyan eden bazı çocukları görmesine bağlamıştır.
13- İbn-ül Hussab (Hi. 492-567): Zamanının nahivce en âlimi sayılan bu şahıs, ayrıca tefsir, hadis, şiir, Arab dili, mantık, felsefe, hesab ve hendese dallarında da hayli bilgi sahibiydi. Bütün bu dallarda çeşitli eserler vermiş ve bir çok talebe yetiştirmiştir.
14- Ebu-l Fettah Nasuhuddin el-Hanbelî (Hi. 501-573): Fıkha ağırlık vermiş, bu dalda bir hayli ilerlemiştir. Neticede bir çok fakihe ders verir hale gelmiştir. Usulen ve füruen, mezheben ve hilafen bu dalda çalışmıştır. Fıkıh ilmini elde edebilmek gayesiyle bir çok beldeyi dolaşmış, bir çok âlime yol göstermiştir. Yetmiş sene boyunca fetva vererek, talebe yetiştirerek zamanını geçirmiş, evlenmeye fırsat bulamamıştır.
15- Cemalüddin Ebu-l Hasan Ali b. Yusuf Eş-Şeybanî (Hi. 568-646): Mısır’ın yüksek kısımlarında bulunan Kıtf bölgesinde doğdu. Kahire’de gelişip büyüdükten sonra, ilim tahsilini Haleb’de yaptı. Fen ilimlerinde ihtisas sahibi oluşunun yanısıra nahiv, fıkıh, hadis, mantık, matematik, astronomi, hendese ve tarih ilimlerini de öğrendi. Bir çok eserleri bulunan ve nice talebeler yetiştiren bu zat, hayatı boyu asla evlenmemiş, kendini sadece ilme vermiştir.
16- İmam-ı Nevevî (Hi. 631-676): Küçük yaşlardan itibaren parlak zekasıyla dikkatleri üzerine çekti. Dörtbuçuk ayda Et-Tenbih kitabını ezberledi. El-Mühezzeb’in dörtte birini, senenin kalanı zarfında ezberledi. Zamanını ders talimi, kitab yazımı, ilim neşri, ibadet, evrad, oruç, zikir ve maişet darlığına sabretmekle geçirmiştir.
18- Eş-Şeyh Beşir el-Gazzî: Fakîh, nahivci, müfessir ve edibdir. Hi. 1274 senesinde Haleb’de doğmuştur. 1339 yılında da vefat etmiştir. Talebesi allame ve muhaddis olan Muhammed Ragıb et-Tab onun hakkında şöyle demiştir: “Allame, bilgin ve kadıyy-ül kudat bir şahıstır. Bu yüzden ona Haleb tarihindeki altın nehir ismi verilmiştir.
19- Abdüssalih Ebu-l Vefa el- Efganî: Hi. 1310’da doğdu, 1395’te vefat etti. Usul-ü Fıkıh âlimi ve muhaddistir. Babasının terbiyesinde ve onun ilminden faydalanarak büyüdü. Henüz küçük yaşlardayken Hindistan’a ilim tahsiline gitti. 1330 yılında Haydarabad’a geldi. Burada Nizamiye Medresesine girdi ve hadis, tefsir, fıkıh ve kıraat ilimlerinde medrese şeyhlerinden icazet aldı. Daha sonra burada müderrislik vazifesine başladı.
20- Kerime b. Ahmed b. Muhammed b. Hatem el-Mervezî: Kadın âlime ve hadisçidir. Merv’de dünyaya geldi ve Mekke’de vefat etti. Âlime ve saliha bir kadındı. Bir çok âlimden ders aldı. Hayatı boyunca asla evlenmedi. Yüz seneye yaklaşan ömrü müddetince kendini ilme adayıp, dünyevi zevk peşinde koşmayışı ve asla teveccüh göstermeyişi, takdire şayan bir haldir.» (Ülema-i Uzzab, Abdülfettah Ebu-l Gudda, 1983 Haleb)
417/2- Dinî şahsiyetlerden böyle mücerred yaşamış çok büyük ve meşhur zatlar olduğu gibi, beşer nev’inin muhtelif tabakalarından bekâr yaşamış daha pek çok kimse vardır. Meselâ: Meşhur feylesof Farabî (Mi. 870-950), meşhur seyyah Evliya Çelebi (doğumu Mi. 1611), ilim zühd şiir ve iffetli yaşayısı ile meşhur Mihrî Hatun (vefatı Mi. 1506), divan şairleri arasında meşhur, Mevlevîlik yolunda manen terakki etmiş ve iffetçe de üstün Hatice Nakıye Hanım (Mi. 1845-1898), İstanbul’un fethinden sonra meşhur deniz fatihi ve mücahidlerinden Oruç Reis (Barbaros’un ağabeyi), Mısır’da meşhur mücahidlerden tefsir ve çeşitli İslâmî eserler sahibi Prof.Seyyid Kutub (vefatı 1966), Osmanlı Devletinin 1909 sıralarında maarif nazırlığı makamına kadar yükselen meşhur fikir ve devlet adamı Emrullah Efendi (Mi. 1858-1914), “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” eserinin müellifi ve Medreset-ül Kuzat ve İrşad, Siyer-i Enbiya ve Tarih-i İslâm müdderisi Tahir-ül Mevlevî (Olgun) (Mi. 1877-1951)
Tahir-ül Mevlevî, cemiyetin bozukluğu sebebiyle bekârlığı öven bir Manzumesinde şöyle der:
«Evlenen bahre düşer, evlad olursa gark olur
Sen kenar-ı bahri tut, evlenme sultanlık budur.
Tut ki kazara evlendin, sabredip artık otur
Bir beladır başında, sus söylenme insanlık budur.»
Ayrıca İmam-ı Gazalî Hazretlerinin onbir sene kadar memleketini terkedip inzivaya çekilmesi gibi; pek çok dinî şahsiyetlerin, İlahî terbiye görmek için evlerini terkedip münzevi yaşamaları da bir nokta-i teemmüldür.
417/3- «Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeblerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:
Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektebde ders almağa meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerimesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faidesi var diye yazıyorum.
Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünki o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyf bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat biçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir-iki sene veledin meşakkatine, beslenmesine ve açık-saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsızlık ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azablara mukabil; izdivacda aldığı muvakkat bir keyf ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azab çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor... Cehennem azabı çektiriyor.
Hem peder hem vâlide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemâl-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sâdıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir.
Mütebakisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.» (K.L.252)
«Kızlarım, hemşirelerim! Bu zaman, eski zamana benzemiyor.Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbad olur.» (E.L.II.49)
418- Evlenmede icbar olamaz. Çünkü icbar, mes’uliyeti kaldırır. Evlendirilmeleri istenen erkek veya kız, ebeveyn olmak mes’uliyetine gireceklerinden dolayı; evlenip evlenmemekte kendi ihtiyar ve rızaları olması şarttır. Ebeveyn ve velileri onları evlenmeye zorlayamazlar. Zira böyle bir zorlama, mes’uliyet kaidesini ihlal eder.
Meşhur ve mu’teber Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu bu mevzuda geniş izahat verirken ezcümle şöyle der:
«Büluğ çağına eren bir erkek çocuğun hıyar-ı büluğu, ömrîdir. Binaenaleyh bâliğ veya nikaha muttali olduğu mecliste sükût edivermesiyle veya kalkıp gitmesiyle, bu hıyar hakkı sâkıt olmaz. Sarahaten veya delâleten rızası bulunmadıkça, ömrünün sonuna kadar devam eder. Sarahaten rıza: “Akd-i nikaha razıyım” gibi bir söz ile olur. Delâleten rıza da: “Zevcesine dühul etmek, zevcesini takbil etmek, zevcesinin mehr ve nafakasını vermek” gibi rızaya delâlet eden bir fiil ile tahakkuk eder.
Sagir ve sagire bâliğ olunca hıyar-ı büluğlarını “Nikahı feshettim” veya “Nikahı reddettim “ veya” “Vaki olan nikaha razı değilim” gibi adem-i rızaya delâlet eden bir söz ile istimal ederler. Bunlara “Şimdi bâliğ oldum” “Şimdi âdet görmeğe başladım” sözleri de ilave edilebilir.
Hıyar-ı büluğunu istimal eden tarafın talebi üzerine hâkim iki taraf müvacehesinde nikahı fesheder. Şayet birbirine tezviç edilmiş olan iki çocuktan biri daha evvel bâliğ olup hıyar-ı büluğunu istimal edecek olsa, hâkim diğerinin velisi huzurunda veya mansub vasisi müvacehesinde aralarını tefrik eder.» (H.İ. ci:2 sh:52)
Yukarıda nakledilen, evlenmede icbarda bulunmamak hakkındaki fıkhî hüküm esasen hadislere istinad etmektedir. Ezcümle: S.B.M. ci: ll hadis: 1806,1807, 1808 ve S.M. 16. Kitab-ün Nikah 9. Bab ve İbn-i Mace 9. Kitab-ün Nikah ll. ve 12. Bablar mezkûr hükmü beyan eder.
419/1- Yukarıdaki nakillerden netice olarak anlıyoruz ki, dünyada iffet ve huzura, âhirette de ebedî saadete medar olması gereken aile hayatının teşkilinde hissî ve ölçüsüz hareket etmek, (bilhassa asrımızın cemiyet şartları içinde) maddi ve manevi sıkıntı ve mes’uliyetlere sebebiyet verebilir.Esasen evlilik meşru olup teşvik edilmesi gerekirken, yukarıda görülen ciddi ikazların yapılması, -daha çok- bozuk cemiyetler içindir. Şu halde aile yuvasını kurmak isteyen kimse refika-i hayatını seçerken asgari şart olarak; mimsiz medeniyetin aşıladığı modalarına hevesli ve bağlı olmamak, ciddi mütedeyyin olmak, gayr-ı İslâmî âdetleri kalben ve fikren istiskal etmek, fiilen de onlardan uzak durmak ve dindar zevcine itaatkârlık gibi seciyelere sahib olup olmadığına dikkat etmelidir.
419/2- Bilhassa asrımızda olduğu gibi sefih cemiyetlerde görülen açık-saçık kadın ve kızların erkeklerle ihtilatlarıyla hayasızlık artar, zina çoğalır.Böyle zamanlarda evlenen kimse daha dikkatli olmalıdır. Kur’an (5:5) âyetinde “zina yapmıyan ve gizli dostlar edinmeyen kadınla evlenmek”, yani aksi sıfata sahib olanla evlenmemek emrediliyor. Bu gibi âyetlerin asrımıza bakan dersi, calib-i dikkattir. Hassaten (gizli dostlar edinme) hususu, intişar eden bir felaket gibi görünüp, ehl-i namusu daha çok ihtiyata sevkediyor. Kur’an (24:26) âyetinde de, ekser âlimlerin verdiği mana ile: Habis kadınlar habis erkeklere, habis erkekler habis kadınlaradır, diyerek müslüman ehl-i namusu aynı mevzuda ikaz eder.
Kaynak: Islam Prensipleri Ansiklopedisi
[1] R.E. sh: 7 (Bu hadis-i şerifi Ramuz-ul Ehadis Kitabı Hatib-i Bağdadî’den, İmam-ı Deylemî’den ve Ebu Abdurrahman-üs Sülemî’nin Sünen-i Sofiyye Kitabında İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.)
[2] R. E. ci: l sh: 282 ve K.H. hadis: 1235
[3] R.E. ci: 2 sh: 503
[4] K.H. hadis: 102l
[5] Müsned Ahmed Bin Hanbel, sadis, sh: 226
[6] K.H. hadis: 1254
* Aslı Arabça olan bu eserin tercümesini, “Hz. İsa’dan Bediüzzaman Said Nursî’ye Meşhur Bekârlar” isimli çalışmanın sahibi muhterem Necmeddin Şahiner’den aldık.
اَكْرِمُوا اَلْعُلَمَاءَ وَوَقِّرُوهُمْ وَاَحِبُّوا الْمَسَاكِينَ وَجَالِسُوهُمْ وَارْحَمُوا
اْلاَغْنِيَاءَ وَعَفُّوا عَنْ اَمْوَالِهِمْ
«Ulemaya ikram ediniz ve onlara hürmet gösteriniz. Mesakini seviniz ve onlarla beraber oturunuz. Zenginlere merhamet ediniz. Onların mallarında da gözünüz olmasın.”[1]
Mesakin kelimesi Kur’an ve hadis lisanında galib mana ile Ashab-ı Suffa ve o tarzda yaşıyanlara bakar.
Din ve hak uğrunda hasr-ı hayat ile, dünyevî iaşesi için çalışmaya zaman bulamayan o fedakârları Resulullah (A.S.M.) ve Kur’an sena etmiştir. İzzet ve fedakârlık sıfatlarına sahib oldukları ve geçmiş Peygamberler zamanında da Kur’an onlardan bahisle, ehl-i hamiyeti onlara yardıma davet etmesi ile anlaşılır ki, geçmiş peygamberlerden bu yana kıyamete kadar hak ve hakikatın fedakâr hizmetkârları bulunur ve bulunmalıdır. Kâinat vüs’atinde hakaikın mümessili olan Habibullah (A.S.M.) mesakin hakkında hakikat-ı hali gereği gibi tarif ve tesbit etmiştir. Şöyle ki:
لَيْسَ الْمِيسْكِينُ بِهَذَا الطَّوَّافِ الَّذِ يَطُوفُ عَلَى
النَّاسِفَتُرَدُّهُ اللُّقْمَةُ وَاللُّقْمَتَانِ وَالتَّمْرَةُ وَالتَّمْرَ تَانِ قَالُوافَمَنِ
الْمِسْكِينُ؟ قَالَ الَّذِى يَجِدُ غِنِّى يُغْنِيهِ وَلاَيُفْتَنُّ لَهُ فَيُتَصَدَّقُ عَلَيْهِ
وَلاَ يَسْاَلُ النَّاسَ شَيْئًا
“Resulullah (A.S.M.): “Miskin şu kapı kapı dolaşmayı san’at edinen, sadaka için halkı dolaşıp, halkın da kendisine bir iki lokma, bir iki hurma verdiği dilenci makulesi değildir.” buyurdu. Sahabeler:
-Öyle ise miskin kimdir? Ya Resullallah! dediler.
-Miskin, kendini geçindirecek gınaya malik olamıyan ve kendisine verilmesi için (halk tarafından) zarureti bilinmeyen, kendisi de kalkıp halktan birşey istemeyen (afif, nezih) kimsedir.” buyurdu.” [2]
Diğer bir hadis de şöyledir:
لَيْسَ الْمِسْكِينُ بَالَّذِى تُرَدُّهُ التَّمْرَةُ وَالتَّمْرَتَانِ وَالاَ اَللُّقْمَةُ
وَاللُّقْمَتَانِ اِنَّمَاالْمِسْكِينُ الْمُتَعَفِّفُ اِقْرَؤُا اِنْ شِئْتُمْ لاَ يَسْئَلُونَ
النَّاسَ اِلْحَافًا
“Resulullah (A.S.M.) buyurdu ki: “Miskin, kendisini bir iki hurmanın, bir iki lokmanın geri çevirmekte olduğu (dilenci) kimse değildir. Miskin, ancak zaruretler içinde iffetli kalmaya çalışan nezih kimsedir. İsterseniz şu âyeti okuyunuz:
لِلْفُقَرَاءِ الَّذِينَ اُحْصِرُوا فِى سَبِيلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِى
الْاَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَٰهُمْ لَا
يَسْپَلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًا وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهِ عَلِيمٌ
(Bu 2:273 âyeti olup meali şöyledir:)
“(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. (Hallerini) bilmeyen iffet ve istiğnalarından dolayı onları zengin kimseler sanır. Sen o gibileri simalarından tanırsın. Onlar, insanlardan yüzsüzlük edip de (birşey) istemezler. Siz (hak yolunda) ne mal harcarsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir.”
Kur’anda “Allah yolunda kendilerini vakfettikleri” bildirilen “fakirler” ve hadislerde faziletleri bildirilen “mesakin” elbette ki belli bir yer ve zamana münhasır değildir. Gerek âyetlerin, gerek hadislerin küllî manaları itibariyle hem Asr-ı Saadet’e hem gelecek bütün asırlara şümulü vardır. Asr-ı Saadet ise bütün gelecek asırlara ekmel ve küllî bir örnektir. Her devirde Allah’ın inayetiyle O’nun yoluna kendilerini vakfetmiş “fakirler” ve” mesakin” olmuştur ve olacaktır.
Nitekim büyük müceddid İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat adlı eserinde yer alan Mirza Bediüzzaman’a hitaben yazdığı 74. ve 75. mektublarında, Asr-ı Saadet’teki Ashab-ı Suffa’yı kendilerine örnek olarak kendisi ve yakın çevresini “mesakin” manasında fakirler diye vasıflandırmakta* ve bu fakirleri âyet ve hadislerdeki asırlara şamil küllî manasıyla ele alarak 74. mektubunda şöyle demektedir:**
“(Mektubunuzu) okuyunca fakirlere sevginiz ve bağlılığınız anlaşıldı. Çünki bu sevgi, selâmetin (dalalete düşmemenin) sermayesidir. Onlar, Allahu Teala’nın celîsleridir (yani, huzur-u etemme nail olup, Allah’ı unutmayan marifet ehlidirler). Onlarla beraber onlanlar (manevi cihad ve gayrette onlara katılan, destek olan, meclislerinde bulunup feyizyab olanlar) şaki olmazlar. (yani, bu hak cereyanının muhalifleri olan Süfyan, Tagut, Deccal ve Firavunî cereyanlara fiilen hattâ zımnen dahi katılıp kapılmayacaklar)[3] Resulullah (A.S.M.) kâfirlere galib gelmesi ve işlerin kolaylaşması (hizmet-i diniyede inayet-i İlahiyeye mazhariyeti) için, muhacirlerin fakirleri hürmetine dua buyurduğu bildirilmektedir.”[4]
İmam-ı Rabbani (R.A.) bu cemaatın Allah indinde yeminlerinin (dualarının) makbuliyetini beyan ederek böyle halis mücahid ve ehl-i marifet bir cemaat-ı makbulenin hizmetini ve bunlara bağlanmanın ehemmiyetini gösteriyor. Elbette ki ikinci bin yılın müceddidi, bu beyanlarıyla sadece kendi zamanının Mirza Bediüzzaman’ına değil, zamanımızdaki Mirza oğlu Bediüzzaman’a da hitab ederek, onun en ehemmiyet verdiği Nur camiasının haslar dairesi olan iman hizmeti fedakârlarına da işaret ettiği anlaşılıyor. Zira böyle büyük imamlar, Kur’an ve ehadisin tarzını takib ederek cüz’î bir hâdiseyi beyan ederken o hâdisenin külliyetini de ders veriyorlar.
İmam-ı Rabbani (R.A.) aynı mektubun devamında kendisine yapılan ölçüsüz medihten nehyederek azami ihlası ders vermekte, nasihatların başında sünnet-i seniyeye ittiba etmenin elzemiyetini anlatmaktadır. Daha sonra da, “dünyanın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır... Dünyanın malına, mevkiine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da ansızın hepsini bırakıp gidenlerin halini görerek ibret alınız” demekte ve böylece en ehemmiyetli esaslara dikkat çekerek irşad etmektedir.
Yine Mirza Bediüzzaman’a hitab eden 75. mektubunda İmam-ı Rabbani (R.A.) Ehl-i Sünnet ve Cemaata uygun olarak, itikad ve iman esaslarında tekâmül etmek, yani imanda terakkiyi ve ona hizmeti birinci derecede ele almak bundan sonra sünnete uyma yolunda amelî fıkhı, yani İlahî emir ve yasakları bilmek gereğini beyan etmektedir. İman-ı kâmil ve amel-i salih ile mukaddes âleme (Cennet’e) uçmak nasib olur; bu iki kanat olmadan yükselmek olmaz, şeklinde nasihatta bulunarak bu mevzudaki hassasiyetin göstermektedir.
Calib-i dikkattir ki, Bediüzzaman Said Nursî Hz.nin en çok ehemmiyet verdiği iki esas olan, halis bir hizmet cemaatının varlığı ve iman hizmetinin birinci derecede tutulması hususu; İmam-ı Rabbani’nin (R.A.) mezkûr iki mektubunda da açıkça görülmektedir. Böylece bu iki büyük müceddid, bu iki esasın elzemiyetinde müttefik olup, mesleklerini ona bina etmişlerdir.
HADİSTE BİLDİRİLEN HAKİKİ VAKIFLARIN EHEMMİYETİ
Risale-i Nur’un hizmetinde kendini vakfeden ve hadis lisanındamesakin denen zatlar (yani vakıflar ki; hadiste mesakinkelimesi olarak geçer ve mesakin dahi miskin kelimesinin cemidir. Yani hakiki hizmet fedaileri) hakkında bir hadis, yani bir dua-yı nebevî şudur:
اَللّهُمَّ اَحِينِى مِسْكِينًا
وَ اَمِتْنِى مِسْكِينًاوَاحْشُرْنِى فِى زُمْرَةِ
الْمَسَاكِينِ
Allahım! Beni miskin olarak hayatlandır (yaşat) ve miskinolarak vefat ettir ve mesakin zümresi içinde de haşreyle.”Keşf-ül Hafa hadis: 538 (Tirmizi ve İbn-i Mace’den Naklen)
Bu dua-yı nebevîden anlaşılıyor ki, bütün insanlığın tek şahsiyeti olan peygamberimiz, hayatını din hizmetine feda edenlerin beraberliğini en büyük gaye görüyor. Bu husus gayet cay-ı dikkattir. Peygamberimizin (A.S.M.) son vekili olan Üstadımızın “mesakin” tabir edilen halis ve sâdık vakıfların lüzumiyeti hakkında beş vasiyetnameleri lâhikalarda neşredip Resulullahın mezkür takdirine ittiba etmesi de manidardır.
[1] Ramuz-ül Ehadis: sh:8l
[2] Sahih-i Müslim ci:3 hadis: l039
* Bu mana, aşağıdaki "muhacirlerin fakirleri hürmetine" ifadesinden de açıkça anlaşılır ki bu fakirler, herkesçe bilinen alelâde fakirler değildir.
** Mektubundaki bazı ifadelerin maksud manaları, parantezler içinde kısaca gösterilmiştir.
[3] Bu rivayet Buhari 80. kitab-üd daavat 66. babda; Tirmizi daavat/l29'da; S.B.M. 2l6l. hadiste mezkûrdur.
[4] Taberani, Ebu Nuaym ve Hâfız-ı Münzirî'nin Tergib adlı kitabında nakledilmiştir.